Bakireler Mabedi

Ağustos-2024

“Ne Sihirdir Ne Keramet” İsmail Dümbüllü ile Luiza Nor`un oynadığı Esat Özgül`ün yönettiği 1951 yapımı bir Türk Filmi! 1951 senesinde gösterime girmiş olan film içerisinde İstanbulluların plaj yaşamı ayrıntılarıyla sahnelenirken, Süreyya Plajı ve Bakireler Mabedi ile ilgili sahnelerin aynı benim hayalimdeki gibi olduğunu görmem inanılmazdı!

Döneme şahitlik etmiş olan Sevgili Nermin Menemencioğlu’nu rahmet ile anarken 2017 senesinde yaptığımız sohbetteki çocukluk anılarını anlattığı an gözlerimin önünden geçiyor ve sesi âdeta kulaklarımda çınlıyordu! “5-6 yaşlarındayım, babamın Moda’ya giderken çok güzel iki katlı, tavan arası olan bir evi vardı! Babamda kalıyorum...” diyerek plaj anılarını, Taksim’de yer alan okula gidiş geliş anılarını anlatıyor ve Bakireler Mabedi’nin tam adını veremese de “Mabed’e kadar arkadaşlarımla yüzer, çok eğlenirdik! Çok güzel günlerdi!” diyor. İşte “Ne Sihirdir Ne Keramet” filmini izlediğimde Sevgili Nermin Menemencioğlu’nun 5-6 yaşlarındaki hali gözlerimin önüne geliyor ve yazılarımda sıkça kullandığım “Bir film şeridinden geçer gibi izleyip, anılarına dokunabildim.” cümlelerim ne kadar gerçekçi imiş diye düşünmeden edemiyorum!

Yine yazılarımın kahramanlarından döneme şahitlik etmiş olan Yeni Moda Eczanesi sahibi Rahmetli Melih Ziya Sezer ile 2019’da eşsiz plaj anılarını konuşmuştuk. Kazım Karabekir Paşa’nın kızı Sevgili Timsal Karabekir ile ise geçtiğimiz aylarda Timsal Hanım`ın Caddebostan, Suadiye plaj anılarını keyifle konuşurken “Gazinonun bitişiği plaj idi, iki plaj yan yana! Çok keyifli, ayrı bir tadı vardı o yıllarda!” dediği an araştırmalarını yaptığım ama henüz yazamadığım Süreyya Plaj`ı ve diğer plajlarımız ile ilgili çalışmalarımdan bahsettim. O kadar samimi ve içten “Ay yazın!” deyişi vardı ki halen kulaklarımda çınlıyor! “Bu konuları ayrı ayrı yazmasını çok seviyorum! O dönemin plajlarını kullanmış, sahillerinde keyifli zamanlar geçirmiş biri olarak sizinle plajları ve çocukluk anılarınızı konuşmayı çok isterim.” diyorum.

"Tabii konuşalım çok iyi olur! Buradan Süreyya Plajı’na giderken trene binerdik. O zamanlar denize yakın yalı değil de trene yakın köşkler tercih edilirmiş. Deniz kenarı sinek çok olur, sorunlu bölgeler, tren yolu önemli denirmiş!” diyor ve gülümsüyoruz. Hepimizin ailesinde dedelerimiz, babalarımız zamanında benzeri durumlar hep yaşanmamış mıdır? Ve Sevgili Timsal Hanım hemen ekliyor “Çocukluğumuzda Bağdat Caddesi’nde bir adamcağızın salaş bir dükkânı vardı. Büyükada’dan bile “Şunu istiyorum” dediklerinde mal gönderirdi. Kuş uçmayan yere gelmiş su satıyor, herkes “Şaşkın buraya kim gelir.” derdi. Sonra herkes şaşırdı. Şuan ki Şaşkınbakkal!”

Böylesi tatlı, neşeli sohbetler ile yazılarımın kahramanlarının çocukluk anıları beni ilgili dönemlere götürürken; yeşil çam filmlerindeki plaj sahneleri, araştırmalarımın da etkisiyle dönemi yaşamış gibi hissetmeme neden oluyor, bu inanılmaz! Ancak bir birinden güzel plajların günümüzdeki durumlarını düşününce, filmleri izlerken içimin acıdığını hissederek, tarifsiz acılarla dolduğumu itiraf etmeliyim!

Şimdi gelin günümüzdeki tatsız durumları bir kenara bırakıp, Süreyya Plajı’nın güzelliği ve deniz içerisinde yer alan Bakireler Mabedi’nin ihtişamlı dönemlerine zamanda yolculuğa çıkalım!

Yıl 1939...
İdealtepe ile Maltepe kıyı şeridinde yer alan bir bostan!
Sebze-meyve yetiştirdiği bu bostanı yedi yıl uğraşarak plaja dönüştüren bir Maltepe aşığı!
Dillere destan bir plaj ve plaja adını veren Süreyya Paşa!

Osmanlı Hava Kuvvetleri`nin kurucusu, II. Abdülhamid’in seraskerlerinden Rıza Paşa’nın oğlu olan Süreyya İlmen vaktiyle salatalık, patlıcan ve kabak yetiştirdiği tarlalarını plaj yapmaya karar verir. Yerel yönetimlerin teşviki ve desteğiyle Süreyya İlmen ilk kazmayı 1939’da vurur ama 2. Dünya Savaşı nedeniyle çalışmalar zaman zaman sekteye uğrar. Plajın halkın kullanımına açılması 1947 yılının Haziran ayını bulur. 300 metrelik kıyısı, eşsiz deniziyle İstanbul’da benzeri bulunmayan plaj İstanbulluların akınına uğrar ve kısa sürede en gözde mekân olur!

Süreyya Plajı açıldıktan sonra halkın rağbetini gören Devlet Demir Yolları plaja rahatça ulaşılabilmesi için geçici bir istasyon oluşturur ve yaz aylarında banliyö seferlerini burada bir dakika durdurarak katkıda bulunur. Daha sonra ise plajın arazisine kalıcı bir istasyon inşa edilir ve bu istasyon banliyö tren tarifelerinde yerini alır! Açılışa gelemeyen Vali Lütfü Kırdar daha sonra habersizce plaja geldiğinde tesisleri beğenir ve plajdan Bağdat Caddesi’ne asfalt yol yaptırarak tesislerin Cadde’ye bağlanmasını sağlar. Ayrıca Kadiköy İskelesi’nden plaja düzenli otobüs servisleri, Karaköy’den de direk motor servisleri konularak açılış davetiyesinde bu bilgilere yer verilir.

Banliyö treninin durduğu bir plaj haline gelen Süreyya Plajı’nın girişi tren istasyonuna bitişikmiş ve plaj kabinleriyle tren yolu arasında uzun bir sokak varmış. Tren yoluna bakan bu sokağın yüksek beyaz duvarlarında plajda eğlenen güzel naif kızları, eğlence dolu insanları resmeden kabartmalar bulunurmuş. Kıyıda ise günümüzün apartlarına benzeyen stüdyolar, onların önünde ise kumsal ve sosyal tesisler yer alırmış.

Plajla birlikte bölge rağbet görmeye başlayınca Süreyya Plajı Anadolu Yakası’nın en modern ve en büyük plajı olur! Fenerbahçe Belvü müdüriyeti altında açılan plaj için Süreyya İlmen 1947 yılında gazetelere “En son sistem tesisata malik olan plaj kabineleri lüks ve konforludur. Mükemmel gazino, fevkalade caz, nefis içki ve yemekler. Aileler için hususi odalar. Bütün banliyö trenleri plajın önünde durur. Kadıköy İskelesi’nden plaja muntazam otobüs servisleri; Karaköy’den de doğrudan doğruya plaja elverişli hususi motor servisleri...” şeklinde ilan vererek tesislerin tanıtımını da yapmıştı.

Plaj; güzel havası, sıcak-ince kumu, temiz-ılık denizi, özel aile odalarıyla yalnız günlükçülerin değil sezonluk tatil ve eğlence için gelenlerin de ihtiyacını karşılıyordu! Süreyya Plajı sadece bir plaj olarak değil; yazlık, eğlence- sinema-tiyatro-konser yerleri, restoranlar ve su sporlarının da yapıldığı bir mekân olarak modernleşmeye hızlı adımlar atıyordu! Her türlü eğlencenin de sunulduğu Süreyya Plajı’nda kimi geceler dans etkinlikleri, mehtap sefaları ve festivaller düzenlenir, seçkin sanatçılar katılırdı.

300m uzunluğunda denize cepheli kumsalı bulunan bu modern tesiste 80 adet birinci sınıf soyunma odası, 200`den fazla ikinci sınıf soyunma odası, büfe, gazino, hizmet odaları, 42 odalı otel ve bir büyük ev bulunuyordu. İnsanlar plajlara giyinik gelir, soyunma kabinlerinde üzerlerini çıkarıp mayolarını giyerlerdi. Çıkışta yine bu kabinlerde mayolarını çıkarıp giysilerini giyerler, plajı o şekilde terk ederlerdi. İstanbul’un bazı plajlarında ise soyunma kabinlerinden başka bir de aile kabinleri vardı. Bunlar bir oda büyüklüğünde olur içerisinde dinlenecek bir yatak da bulunurdu. Süreyya Plajı da bu tür plajlardandı! Plaj işletmesinin tanıtımı yine tüm bu güzellikleri, farklılıkları barındıracak şekilde afişlerde Fransızca hazırlanmıştı “İdeal plaj, Marmara’nın incisi, otel, restaurant, gazino, muhteşem prens adaları manzarası... Meşhur mutfak, kusursuz hizmet, göz kamaştırıcı dekor orkestra, caz, dans... Otomobil, otobüs ve trenle tesis girişine kadar düzenli ulaşım...”

Ayrıca Kadıköy’ün renkli siması Tayyareci Vecihi Hürkuş destek amacıyla Adalar ve plaj arasında tayyaresi ile yolcu taşımak üzere özel uçuşlar yapar, büyük evin altında kendisine ayrılan dairede kalırdı. Tayyareci Vecihi Bey kendini gökyüzüne ve Türk uçaklarını uçuracak milli havacıları yetiştirmeye adayan, Türkiye’nin ilk sivil hava yolunu kuran, Kadıköy’de kiraladığı bir keresteci dükkânında ilk Türk sivil uçağı olan VECİHİ XIV’ü imal eden, hayatının yaklaşık 30.000 saatini havada geçiren kişi idi!

Süreyya Plajı’nın simgesi Bakireler Mabedi!
Yunan medeniyetlerinden esinlenilerek yapılan, sahilden elli-atmış metre açıkta, kayaların üzerine inşa edilen “Bakireler Mabedi” yaygın adıyla “Aşk Mabedi!”

Arkeoloji ve mitolojiye de meraklı olan Süreyya Paşa; 1953 yılında sahilden elli-atmış metre uzaklıkta, denizin içinde bulunan kayalıklara, her biri yaklaşık 3,5m çapında, 4m yüksekliğindeki 6 kolonun taşıdığı kubbe şeklinde bir mabed yaptırdı. Ortasında ise aşk tanrıçası Venüs’ün yani Afrodit’in bir heykeli dikildi ve yapıya “Bakireler Mabedi” adı verildi.

Plaj müdavimleri tüm ihtişamıyla denizin ortasında duran Bakireler Mabedi’ne denizden yürüyerek veya yüzerek ulaşır; güneşlenir, gölgesinden yararlanır, mola verir, arkadaşları ile sohbet eder, eğlenirlerdi. Genç kızların, çocukların mabed üzerindeki fotoğraflarına baktıkça, hele hele yazılarımın zamansız kahramanları Bakireler Mabedi ile ilgili anılarını anlattıkça, her seferinde “O dönemleri yaşamayı çok isterdim.” diyorum.

Süreyya Paşa, Bakireler Mabedi’nin kendisi için büyük bir öneme sahip olduğunu “Teşebbüslerim ve Reisliklerim” kitabında şöyle anlatıyordu “Eski Yunan tarihinde, bir Bakireler Mabedi (Temple de Vierges) ve bu mabedi ziyaret ve tavaf eden genç ve gelinlik kızların çabuk eş buldukları efsanesi mevcut olduğu cümlece malumdur. Elyevm Avrupa parklarında ve sular kenarında ve sinema filmlerinde tesadüf edilmekte olan mabedin şekli hoşumuza gittiği cihetle, biz de sahilden elli-atmış metre uzakta ve deniz altında mevcut üç, dört büyük kaya parçası üzerinde plajımızın sembolü olmak üzere bu mabed şeklinde altı direk ve bir kubbeden bir deniz mabedi inşa ettik, plajımızı süsledik.” ifadelerini kullanmıştı.

Düşünün; kollarında plaj sepetleriyle trenlerde yolculuk yapan kadınlar, çocuklar, erkekler... Bakireler Mabedi’ne yüzen-yürüyen, üzerinde cıvıl cıvıl oynayan çocuklar, güneşlenen-sohbet eden genç kızlar... Bu sahneler bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor, engel olamıyorum! O güzel günleri yaşamış değerli büyüklerimiz, sanatçılarımız, yazarlarımız araştırmacılarımız ise trenle gidip geldikleri Süreyya Plajı için “Plajdaki anılarımı anlatmam uzun sürer. Ama en önemli ve fark yaratan anılarım kıyıdan Bakireler Mabedi’ne kadar yüzerek gidip gelmek ve üzerinde geçirdiğimiz o keyifli anlar olduğunu söyleyebilirim.” diyorlardı.

Bu görkemli ve bir o kadarda keyifli mabedin ilham kaynağı Knidos’daki Afrodit Tapınağı idi. Bu tapınağın içindeki heykel ise antik çağın ünlü heykeltraşlarından Praxiteles (Praksiteles)’in eseriydi. Yunan mitolojisinden esinlenerek ortaya çıkan Süreyya Plajı’nın simgesi Bakireler Mabedi’nin mimarı Münci Tangör, Mabed’in içerisinde bulunan Venüs heykeli ise Türkiye`nin ilk kadın heykeltraşlarından Münci Tangör’ün de kızkardeşi olan Türkan Tangör’ün eseriydi. Yunan Mitolojisinde yer alan bir inanışa göre evlenmek isteyen kızlar kendilerine eş bulabilmek için mabede kadar yüzerek ulaşır, mabedin içerisinde evlenebilmek için dua ederlermiş. Halk arasında; bu mabedi ziyaret eden gelinlik kızların hemen koca buldukları inanışı yaygınmış. Denizin içinde bulunan bir mabede yüzen kızların kısmetinin çok kısa sürede açıldığı yönündeki rivayet yayılınca plaja akınlar artarak devam etmiş. Böylece dillere destan Süreyya Plajı ve Bakireler Mabedi ilerleyen zamanlarda İstanbul’un en gözde mekânları arasında yerini almış!

Bakireler Mabedi amacına ulaşmış, gerçekten bir simge haline gelmişti!
Mabed ve rivayeti Maltepe ile o kadar özdeşleşmişti ki arkasındaki Prens Adaları ve üzerinde uçuşan martılarla birlikte Maltepe Belediyesi’nin ambleminde yerini aldı. Yine mabed’in mimarisinden ilham alınarak yapılan bir diğer yapı ise E-5 Karayolu üzerindeki Türkan Saylan Kültür Merkezi idi. Peki Bakireler Mabedi’nden ilham alınarak yapılan bu yapının, Maltepe Belediyesi’nin ambleminin aslı Karacaahmet Mezarlığı’ndaki anıt mezar mıydı?

Karacaahmet Mezarlığı’ndaki Üsküdarlı bir hanıma ait olan anıt mezarın da aynen Bakireler Mabedi şeklinde olması şaşırtıcı ve netleşmemiş konu! Karacaahmet Mezarlığı’ndaki I. Ada da yer alan anıt mezarın Bakireler Mabedi’ne benzerliği günümüzde açıklanamasa da; Bu mezar Süreyya Plajı’ndaki Bakireler Mabedi şeklindedir. O yıllarda nüfusun çok az olması dolayısıyla her kesin birbirini tanıması çok doğal olmakla birlikte Süreyya İlmen’inde tanıdığı söylenen bu hanım 1947 yılında 35 yaşında ölmüş. Bu genç hanımın mezarı yaklaşık 3m çap ve 3,5m yükseklikte olup Bakireler Mabedi’nin ölçülerine yakındır. Tek farkı ise buradaki anıt mezarın ortasında hanımın yüksekte duran mezarının yer almasıdır. Süreyya Plajı’nda yer alan mabed’in ortasından ise aynı yükseklikte bir kaide üzerinde Venüs Heykeli yer almaktaydı.

Birbirine benzer olan Bakireler Mabedi ve Karacaahmet Mezarlığı’ndaki anıt mezarın hangisinin daha önce yapıldığı bilinmiyor. Belki de birbirlerinden hiç haberleri yoktu, belki ölen hanım ile bir akrabalık bir tanışıklık vardı veya hiç alakaları yoktu! Diğer yandan dönemin mimarlarının mezar tasarladıklarını da biliyoruz. Bakireler Mabedi mimarı Münci Tangör’ün böyle bir mezar tasarlayıp tasarlamadığını ayrıca araştıracağım ama Bakireler Mabedi 1953 yılında yapılmış hanımında 1947 yılında öldüğü düşünülürse mabedin aslı bu anıt mezar mıydı acaba?

Otoyol projesi nedeniyle sahil doldurulurken Bakireler Mabedi de tahrip edilmiş hatta mabedin içerisinde bulunan Venüs Heykeli çalınmıştı. Sadece kubbesi ve sütunlarıyla zamana direnen Bakireler Mabedi; kendisine doğru yüzen ve dileklerinin gerçekleşmesini isteyen genç kızları, cıvıl cıvıl oynayan çocukları özlerken bu büyüleyici dünyadan hunharca koparılıp bir köşeye atılmıştı bile! Mabed yıllarca oradan oraya savrularak acı çekmiş ve halen acı çekmeye devam edermiş gibi şehrin kargaşası içerisinden bizlere bakmaya devam ediyor! Buram buram tarih kokan, yaşanmışlıklarla dolu bu eşsiz eserin yok olmaya mâhkum edilmesi, hırpalanması, bitap düşmesi, heykelinin çalınması ne kadar acı! Süreyya Plajı günümüze ulaşamadı, Bakireler Mabedi ise Venüs’süz, çok sevdiği denizsiz, betonlara gömülmüş ve yorgun olarak günümüze kadar ulaşabildi!

Günümüzde dahi Maltepe Belediyesi’nin logosunda Bakireler Mabedi’nin silüeti yer almasına rağmen korunması ve gelecek nesillere aktarılabilmesi için ilçe belediyesinin uzun yıllar kendi kültür varlığına sahip çıkmaması ne kadar acı! Böylesi ihtişamlı tarihi yapılarımız öylesine yorgun, öylesine harap ki gerçekten canım yanıyor! Yıllardır karşımızda avaz avaz bağırıp sesini en yakınlarına dahi duyuramayan bir mabed!

Geçtiğimiz yıllarda ise Süreyya Plajı’nın sembolü Bakireler Mabedi’nin restorasyonu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne devrediliyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tüm İstanbul genelinde kültür varlıklarımıza sahip çıkmaya çalışıyor evet! Ancak ilçe belediyesi olarak Maltepe’nin kendi kültür varlığına sahip çıkmamasını aklım almıyor. İlçe’nin ve belediyenin simgesi olan bu mabedi onlarca yıl özel koruma altına nasıl alamadılar, nasıl bu kadar yıpranmasına izin verebildiler gerçekten inanılmaz!

Tahrip edilmesinin ardından 70. yılında İBB tarafından restore edilen Bakireler Mabedi, Turgut Özal Bulvarı’ndaki yeni yerini alır ve ilçe sakinleriyle Eylül 2023’de tekrar buluşur! Türkiye`nin ilk kadın heykeltraşlarından Türkan Tangör’ün eseri olan Venüs’ü koruyamadık ama restorasyon çalışmaları yapılırken keşke aslına uygun bir heykel yaptırılarak, Mabed’in gerçeğe biraz daha yakın olması sağlanabilseymiş!

Kent kültürünün önemli yapılarından birini barındıran Bakireler Anıtı Meydanı’nda restorasyon çalışmalarına ek olarak otopark, taksi durağı ve yürüyüş yolu da eklenmiş. Mabed alışveriş mekânları, restoranların olduğu böylesi bir meydan içerisinde eski heybetini, ihtişamını maalesef koruyamamış! Bakireler Mabedi bu yeni ortamında da şehrin karmaşasına direnmeye devam ediyor! Evet, bir dönemin efsanevi Süreyya Plajı’nın simgesi Bakireler Mabedi restore edilerek Maltepe’de bir meydanda yeni yerini aldı! Ama sorun şu ki deniz uzun yıllardır eski yerinde değil! Deniz gitti, Bakireler Mabedi betonlara, şehir karmaşasına gömüldü! Mabed bu karmaşa içerisinden Venüs’süz, hüzünle, çok sevdiği ve özlediği denizi hasretle seyrediyor

Tarihi eserlerin ihtişamı, zarafeti bizleri günümüzün tüm kargaşalarından alıp götürürken Bakireler Mabedi’nin yok olan ihtişamı ise bizleri âdeta ayrı kargaşalara sürüklüyor! “Mabed İstanbul’un simgelerine yeniden adını yazdırabilir mi?” derseniz, maalesef yazdıramaz! Tarihi değerlerimiz, binalarımız, anıtlarımız eşsiz evet! Ama çarpık kentleşme, sağdan soldan çıkan tabelalar, reklam panoları, teller, direkler, otoyollar… Muhteşem tarihi değerlerimizin, kültür varlıklarımızın ihtişamını büyük bir hızla yok etmeye devam ediyor!

Süreyya Plajı’nı Maltepe Belediyesi’ne bağışlayan Süreyya Paşa 1955 yılında hayata gözlerini yumdu. Plajın müdavimleri; bekâr kızlar, çocuklar 1980’lerin sonuna kadar mabede yüzmeye devam ettiler. Bu tarihten sonra Bakireler Mabedi’nin bulunduğu sahilin doldurulmasına başlandı ve ne acıdır ki bu doldurma işlemleri mabedin 500 m ilerisine kadar devam etti. Döneme damgasını vuran, Anadolu Yakası`nın gözbebeği kabul edilen plajın oteli, kabinleri yıkıldı ve plaj kapatıldı. Maalesef Süreyya Plajı 1980’lerin sonunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin otoyol projesine yenik düştü ve tarihe karıştı!

Bir Maltepe aşığı olan Osmanlı Hava Kuvvetleri`nin kurucusu Süreyya İlmen; 1874-1955 yılları arasında Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönmelerinde yaşamış, önemli görevlerde bulunmuş; asker, siyasetçi, iş adamı ve birçok sosyo-kültürel faaliyetler içerisinde yer almış çok yönlü bir kişi idi! Genç yaşta Avrupa’nın birçok yerini görme fırsatı bulmuştu. Kendisi aile geleneğine uygun olarak harp okuluna girip çok genç yaşta general rütbesine kadar yükselmişti. I. Dünya savaşına katıldıktan sonra ordudan ayrılarak siyasete atıldı ve ticaret ile uğraşmaya başladı. Aileden de varlıklı olan Süreyya Paşa ticarete atılınca maddi imkânlarının daha da artmasıyla kazancının bir kısmını kentsel hizmetlere yönelik sosyal ve kültürel yatırımlara harcamaya başladı.

Batı kültürünü özümsemiş olan Süreyya Paşa özellikle İstanbul’un Anadolu Yakası`ndaki sosyo-kültürel faaliyetleriyle dikkat çekerek kalıcı eserler bırakmıştı; Türkiye’de ilk sivil toplum hareketini başlatmasından - Dernek kurmak adına ilk denemeleri gerçekleştirmesine... Kırk yıl önce aldığı bostan yeri üzerinde Süreyya Plajı’nı açmasından - Kadıköy’de Yoğurtçu Çayırı olarak bilinen Kurbağalıdere’yi bataklıktan kurtarmak için ağaçlandırma çalışmalarında bulunmasına... Kadıköy’de yapımını başlattığı en modern sinema salonu olan Süreyya Sineması’nı hizmete açmasından- Süreyya Paşa Sanatoryumu’nu yaptırmasına... Kadiköy Yakası`na tramvayların gelmesinden - Kadiköy’ün ve Üsküdar’ın elektriğe kavuşmasına... Kayışdağ suyunun Kadıköy su şebekesine bağlanmasından - Moda Bahçesi, Altıyol- Söğütlüçeşme arasındaki kanalizasyon çalışmalarının gerçekleştirilmesine kadar Anadolu Yakası’nda birçok noktada Süreyya İlmen’in imzasını görmekteyiz.

Süreyya Paşa bütün bu faaliyetlerin yanında yaklaşık 81 senelik hayatı boyunca yirminin üzerinde kitap da kaleme almıştı. Bunlar; ticari, siyasi, soyso- kültürel faaliyetleri ve askerlikle ilgili teknik konuları içeriyordu. Askerliğe ilişkin kitapları dışında Türkiye’de Tayyarecilik ve Balonculuk Tarihi (1947), Teşebbüslerim, Reisliklerim (1949), Dört Ay Yaşamış Olan Zavallı Serbest Fırka (1951), Maliyemize Armağan (1951), Adliyemize Armağan (1952 ) gibi kitapları vardır.

Süreyya Paşa’nın siyasi hayatı da oldukça renkli idi; İstanbul Belediyesi’ndeki faaliyetleri, Cumhuriyet Halk Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası milletvekillikleri yanında Toprak Emlak Serbest Teşebbüs Partisi Genel Başkanı olması bunlardan sadece bazıları... Kendisinin ticari faaliyetleri ise Süreyya Mensucat Fabrikası, İstanbul Sanayi ve Ticaret Odası üyeliği, İstanbul Sanayi Birliği Başkanlığı ve madencilik faaliyetlerini gösterebiliriz.

Süreyya Paşa Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul ve özellikle Anadolu Yakası’nda batılılaşma çalışmalarıyla isim yapmış “ilginç ve hayırsever bir kent hizmetleri önderi” olarak bilinirmiş!

1920’li yıllarda İstanbul’da sosyal hizmetler açısından yoğun çalışmalar içerisinde olan Süreyya Paşa; Anadolu’da savaşan Türk askerine yardım toplamak amacıyla kurulan Kadıköy Kızılay Şubesi, okul yaptırmak amacıyla kurulan Terakki Maarif Cemiyeti ve halka açık konserler veren ilk sivil kuruluş Şark Maarif Cemiyeti’ni kurmuş ve başkanlığını yürütmüştü. 1923 yılında Kadıköy Kızılay Cemiyeti Başkanı iken halktan toplanan yardımlar sayesinde Yoğurtçu Çayırı’nı kurutarak dere kenarına bir rıhtım inşa ettirmişti. Moda ve Yoğurtçu sahili bu sayede birleşmeye başlamış, sonrasında ise Kadıköy Belediyesi bu çalışmaları devam ettirerek günümüzde Yoğurtçu Parkı olarak bölgeyi kullanıma açmıştı.

İşgal döneminde Eğitim Bakanlığı’nın okullara ödenek vermemesi nedeniyle Kadıköy’deki bir okul yararına kiliseye bağlı Apollon Tiyatrosu’nda gece düzenlemek isteyen Süreyya Paşa, kilisenin yüksek para talep etmesi nedeniyle Kadıköy`de şehrin kültür hayatını çağdaşlaştırmak ve zenginleştirmek için müzik-sahne sanatlarına uygun, modern bir sinema ve tiyatro binası yapmaya karar verir! Anılarında; binayı yaparken sinema, tiyatro ihtiyacını karşılamakla beraber, Kadıköy`e bir şeref vermeyi de düşündüğünü belirten Paşa 1924 yılında Kadıköy’ün gözbebeği Süreyya Sineması’nın inşaatına başlar! İnşaatı 3 yıl süren ve 1927 yılında bitirilen bina için konser, konferans, dans, balo, çay, nişan-düğün gibi sosyal ihtiyaçları da karşılayıcı bir bina tasarladığını ifade eder. Binanın estetik olması, tüm tiyatro opera ihtiyaçlarını karşılaması ve örnek olarak gösterilmesi için Avrupa ülkelerinde bulunan ünlü tiyatro-opera binalarını da gezer. 1920’lerin savaş ve işgal günlerinde Avrupa’da gördüğü opera salonlarına hayran kalarak “Viyana`da bir opera seyrettim. Hayran kaldım. Keşke bizde de böyle salonlar olsa, böyle oyunlar oynansa diye düşünüp bu binayı yaptırdım.” der! Böylece Süreyya İlmen Paşa, fuayesini Paris`in Şanzelize (Champs Elysee) Tiyatrosu`nun fuayesinden, iç bölümlerini ise Alman tiyatrolarından örnek alarak tasarlayıp Süreyya Sineması ve Opera binasını yaptırır. Binanın uygulamasını Mimar Keğam Kavafyan yapmış olup 6 Mart 1927 yılında Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın açılış konuşması ve seçkin davetlilerin katıldığı törenle Süreyya Operası açılır ve açılış haberleri dönemin büyük gazetelerinde yer alır!

Kadıköy ile bütünleşmiş biri olan Süreyya İlmen, Süreyya Operası’nın Türkiye’nin ilk ve en büyük opera salonu olduğunu, bunun sadece bir başlangıç olacağını düşünmüştü! Ama yıl 2024’e gelindiğinde bile Süreyya Operası’nın İstanbul’un tek opera binası olacağını bilemezdi tabii! Yeni opera binalarının yapılması bir yana özellikle Beyoğlu’ndaki tarihi tiyatro ve sinema salonlarının kapatılmasına şahit oldu bu gözlerimiz! Uzun yıllar sinema salonu olarak hizmet vermiş olan Süreyya Operası’na ise yerel yönetimlerinin de büyük desteğiyle Kadıköylüler sahip çıkıyor! Bu eşsiz binayı gelecek kuşaklara bırakabilmek için elbirliğiyle koruyup -kollayarak tüm sanatseverleri büyülemeye devam ediyorlar!

Tarihi binaların sanat için kullanılması, sanatın boyutlarını, ihtişamını daha bir gözler önüne serer ve bu beni inanılmaz etkiler! Koridorlarında notalar yankılanan, aşkın, hüznün, mutluluğun, dramların sahnelendiği böylesi özel yapılar ruhumuzu besleyerek, ritme girmesini sağlar! Buram buram tarih, yaşanmışlık kokan bu binalar hayatın koşturması içerisinde bizlere bir nebze olsun nefes aldırırken, hissettirdikleriyle birçok yazı, öykü yazabilmemiz için de ilham olurlar! Bugün İstanbul’un tek opera binası olarak hizmet veren Süreyya Operası; yok edilmeye çalışılan tarihi ve kültürel miraslarımız arasında dimdik ayakta kalan, amacına uygun hizmet veren bir simge niteliğinde âdeta!

Kendi imkânlarını da kullanarak şehre hizmette sınır tanımamış ve vefatından önce mal varlığının büyük kısmını da kurumlara bağışlamış olan Süreyya Paşa’ya hayran olmamak mümkün değil! Eşi Adalet İlmen ile birlikte hazırladıkları vasiyetle; Türkiye’nin ilk çağdaş tiyatro ve sinema binası olan Süreyya Operası’nı Darüşşafaka’ya miras bırakmıştı! 1927 yılından 1950 yılına kadar sinema olarak kullanılan bu bina Darüşşafakalı öğrencilerin eğitimlerini destelemek amacıyla kültür hizmetlerinde kullanılmak üzere Darüşşafaka Cemiyeti`ne verilir. Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, binayı elinde bulunduran Darüşşafaka Cemiyeti ile irtibata geçer ve başkan Öztürk`ün kararlı tutumu, Darüşşafaka yetkililerinin de olumlu yaklaşımıyla sinema olarak kullanılan bina 49 yıllığına Kadıköy Belediyesi’ne kiralanır. Süreyya Paşa`nın amacına, ideallerine ve hatırasına uygun biçimde Opera Binası`na dönüştürülen Tarihi Süreyya Binası, Süreyya Operası olarak 27 Ekim 2007 de kapılarını bir kez daha sanata, sanatçıya ve sanatseverlere açar. Kadıköy Belediyesi 80 yıl aradan sonra Süreyya İlmen Paşa`nın “Kadıköy`de Opera” hayalini gerçekleştirmiş olur!

Darüşşafaka Cemiyeti böylesi özel bir mirası göz bebeği gibi korumaya devam ederken, bağışçıları merhum Süreyya İlmen’i ve Adalet İlmen’i her ölüm yıldönümünde rahmet ve minnetle anmaya da devam ediyor! Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu Başkanı Oğuz Güleç, vefatlarından önce İlmen çiftinin, Süreyya Operası’nı Darüşşafaka’ya miras bıraktığını belirterek şunları söylemişti “Annesi veya babası hayatta olmayan, maddi olanakları yetersiz binlerce çocuğumuzun Darüşşafaka’da nitelikli eğitim almasına katkıda bulunan Süreyya İlmen, ülkemizin gururu olan öğrencilerimizin geleceğini aydınlatmaya devam ediyor. Darüşşafaka Cemiyeti olarak Süreyya ve Adalet İlmen’i, ahirete intikal eden tüm bağışçılarımızı, kurucularımızı, Darüşşafaka`ya hizmeti geçenleri rahmet ve minnetle anıyoruz. Süreyya İlmen ve Adalet İlmen nur içinde yatsınlar, ruhları şad olsun.”

Semra Çelebi’nin Gazete Kadiköy`de yayınladığı “Süreyya İlmen`in Kadıköy`e Yadigârları” başlıklı derlemesinde yer verdiği gibi Üsküdar Vilayeti Başkanlığı sırasında Süreyya Paşa’nın uzun süren uğraşları ve girişimleri sayesinde Üsküdar ve Kadıköy tramvayları yapılır. 1927 yılında ise Üsküdar-Kadıköy ve Havalisi Halk Tramvayları şirketini kurar. Üsküdar ve Kadıköy`ün elektriğe kavuşması için girişimlerde bulunur. Şehremini Emin Beyefendi’nin fahri müşavirliğinde bulunduğu sırada Haydarpaşa tren yolu üst köprü inşaatına başlanmasına, Kadıköy`e gerekli olduğuna inandığı İskele Meydanı’nın düzenlenmesine öncülük eder. Halkın temiz su içmesini sağlamak ve tifonun yayılmasını önlemek için Kayışdağı suyunun Kadıköy`e getirilmesine katkıda bulunur, kanalizasyon yapılması için belediyeyi teşvik eder ve masrafın bir kısmını kendisi üstlenir.

Moda`yı güzelleştirmek için tasarladığı plana ise iskeleyi üst caddeye bağlayan bir merdiven yapmakla başlar. Belediyeye bu fikrinden söz ettiğinde ihaleyi alması öngörülür; Müteahhit olmamasına rağmen o sırada inşaat halinde olan Süreyya Sineması’nın mimar ve mühendisi Kavafyan Bey’in desteğiyle hazırda bulunan inşaat malzemelerinden faydalanarak merdiveni yaptırır.

İstanbul Milletvekilliği sırasında ise Galata ve Unkapanı köprülerinden alınan köprü parasının kaldırılması hakkında verdiği kanun teklifi kabul edilir! “Şehrin hakkı şehre verilmelidir`` başlığındaki kanun teklifi de kabul edilen, tramvay, su, havagazı, elektrik gibi birçok müessesenin belediyeye geçmesini sağlayan bir milletvekilidir!

Adalar ve Maltepe manzarasıyla büyüleyici, keşfedilmeye değer; uçsuz bucaksız ormanın içindeki gizemli evler, Süreyya Paşa’nın yaşadığı köşk, devasa büyüklükteki havuz, Süreyya Paşa Gözlem Kulesi, Adalet İlmen ve Süreyya Paşa’nın mezarları ve Süreyyapaşa Sanatoryumu!

Bu eşsiz yapıların, güzelliklerin çoğunu günümüzde dimdik ayakta göremesek de Zeki Müren ve Belgin Doruk’un oynadığı 1955 yapımı “Son Beste” filminde, kayalıkların üzerine inşa edilmiş köşkü ve eşsiz manzarasını görebiliyoruz. Yine filmde Belgin Doruk ve Zeki Müren’in havuzun etrafında at bindiği sahneleri görüp de o dönemlere geçiş yapmamamız imkânsız! Bir zamanların İstanbul’unu eski Türk filmlerinden seyretmeye doyamıyorum! Ormanlık arazisi çok büyük, havası da inanılmaz temiz olduğu için sanatoryum buraya yapılarak, muhteşem Prens Adaları manzarasına karşı Süreyya Paşa Gözlem Kulesi de inşa edilmişti. Bu ormanlık arazi içerisinde İlmen ailesine ait köşkler halen duruyor olsa da bu köşkler, o devası havuz maalesef restore edilmeyerek kaderine terk edilmiş durumda! Ormanı yangınlardan korumak amacıyla inşa edilen gözlem kulesi ve ana binası yıkılan sanatoryumun birkaç binası ise halen direnmeye devam ediyor!

Süreyyapaşa Sanatoryumu Heybeliada Sanatoryumu’ndan sonra geliyor ve Türkiye’nin ikinci sanatoryumu idi! Heybeliada Sanatoryumu 2005 yılında kapatıldığında personel ve hastalarının bir kısmı Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne sevk edilirken, hastaların diğer kısmı ise taburcu edildi. 100`ü doktor ve hemşire olmak üzere 250 personeli ve 660 yatak kapasitesi olan hastane, 30 Eylül 2005 tarihinde kapatıldı. Heybeliada Sanatoryumu Türkiye’nin ilk verem hastanesi olarak 1924 yılında Atatürk’ün isteğiyle kurulan, veremli hastaların yıllarca şifa bulduğu bir yerdi! “İnce hastalık” denen veremli hastaları tedavi amacıyla kurulan hastane; temiz havası, binayı çevreleyen çam ağaçları, özel doktor ve hemşireleri ile kısa sürede veremliler için şifa olmuştu! 81 yıl boyunca hizmet veren tarihi Heybeliada Sanatoryumu; 224 dönüm arazinin içerisinde yer alan ve Rumlar döneminden kalan tarihi bir bina! Bu ihtişamlı bina ağaçlarla çevrilmiş tepenin tam ortasında harabe bir halde kaderine terk edilmiş şekilde duruyor!

Maalesef Süreyyapaşa Sanatoryumu da aynı şekilde mâhkum edilmiş, çürümeye terk edilen değerlerimizden bir diğeri; nasıl yorgun, nasıl harap... Yıllardır acı çekmiş ve acı çekmeye devam edermiş gibi karşımızda bize bakıyor! Sağlık Bilimleri Üniversitesi Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi EAH Dr. Hatice TÜRKER’in Toraks Bülteni’nde yayınladığı gibi; “Bugün hastanenin üzerinde bulunduğu Maltepe’deki 1730 dönüm Narlıdere Çiftliği 1950 yılında İşçi Sigortalar Kurumuna, hastane yapılmak amacıyla Süreyya İlmen (Süreyya Paşa) tarafından bağışlanmıştır. Sosyal Sigortalar Kurumu’nun sağlık tesisi olarak yaptırdığı ilk bina olan Süreyyapaşa Sanatoryumu 30 Kasım 1951 tarihinde 100 yataklı tek pavyonla selamlık köşkünde, 20 hasta ile çalışmaya başlamıştır. Süreyya İlmen’in ahşap harem köşkü 1952 yılında restore edilerek elli yataklı servis haline getirilmiş ve selamlık köşkü de idare binası olarak kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonraki yıllarda, Göğüs Hastalıkları Merkezi haline getirilmesi ve yeni binaların yapılması için iş programı hazırlanarak, bu programın sınırları içinde proje müsabakası ilan edilmiştir. 22 Mart 1962 yılında gerçekleşen proje ile Sanatoryum ismini geride bırakarak SSK Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Merkezi ismini almıştır. O dönemde dört blok olarak 1600 yatak kapasitesi ile hizmetini sürdürmüştür. 1995’te Göğüs Kalp ve Damar Hastalıkları Eğitim Hastanesi adını almıştır. 19 Şubat 2005’te Sosyal Sigortalar Kurumundan Sağlık Bakanlığına devredilen hastanemizin adı SB İstanbul Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi EA Hastanesi olarak değişmiştir. Aynı yıl Heybeliada Sanatoryumu kapatılarak hastanemize taşınmıştır. 2016 yılından bu yana Sağlık Bilimleri Üniversitesi Süreyyapaşa Göğüs Hastalıklları ve Göğüs Cerrahisi EAH adını alarak halen 503 yatak kapasitesiyle hizmet sürdürülmektedir.

Bugün hastanenin üzerinde bulunduğu arazi konumu itibariyle Bizans döneminde de ilgi çekmiş bu dönemde Hıristiyan öncüler tarafından inşa edilen bir şapelin kalıntıları halen hastane arazisinde mevcuttur. Osmanlının son döneminde arazi 1898’de Süreyya Paşa tarafından bin altın liraya satın alınarak ve üzerinde Narlıdere adı altında çiftlik kurulmuştur. Yaklaşık 8 bin dönüm üzerine kurulu alanda çiftliği inşa ettirmeye başlamıştır. Araziyi sürdürerek çam tohumları ekmiş, çiftlik civarı ormana döndürülmüştür. Çamın yanı sıra zeytin ağaçları da ektirmiş, zeytinyağı fabrikası kurdurmaya teşebbüs etmişse de 2. Dünya Savaşı başlamasıyla kararından vazgeçmiştir. 1970 yılına kadar 5000 kadar çam ağacı dikilmiş bulunan arazide 1970’lerden itibaren ağaçlandırma çalışmalarına hız verilerek, hastanemizin bahçesine 72-73 yılları arasında 100 sedir, 200 sahil çamı, 100 fıstık çamı, 1000 topraksız sahil çamı olmak üzere 1500 ağaç, 73-74 yılları arasında 150 karaçam, 450 sahil çamı, 450 fıstık çamı, 250 adi diş budak, 250 amerikan diş budak, 500 topraksız fıstık çamı, olmak üzere 2050 ağaç, 74-75 yılları arasında 500 sarıçam 1500 karaçam, 500 sahil çamı, 1000 topraksız çam olmak üzere 3500 fidan, ayrıca 125 erguvan dikilmiştir. Bu yıllarda içinde 198 adet süs bitkisi de dikilmiştir. 1976-78 yıları arasında ise 2725 adet sedir, çam, kavak dikimi gerçekleştirilmiştir. Arazi içinde 2 milyon ton kapasiteli iki adet gölet, yangın gözetleme kulesi, Süreyya Paşa’nın türbesi, helikopter pisti, hastane olarak kullanılan üç blok ve idari işler için iki bina ( mutfak, kalorifer vs. ) bulunmaktadır.”

Hayırsever kent hizmetleri önderi olarak bilinen, kendi imkânları dâhilinde İstanbul ve İstanbullular için sosyo -kültürel hizmet aşkıyla yanan Süreyya Paşa’nın hayatını araştırdığımda karşılaştığım en olumsuz bir o kadar da acı konu; Nazım Hikmet’in babasıyla ilgili yaşadığı o tatsız anlar... Nâzım Hikmet’in babasının ölümü ve acısı... Süreyya Paşa’ya kızgınlığını dile getirdiği şiiriyle başlayan mahkeme süreçleri idi.

Süreyya Operası’nın ilk müdürü Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey’miş. 1918`de Hamburg Konsolosu iken emekli olan Hikmet Nâzım Bey, bir süre çeşitli gazetelerde çalıştıktan sonra Süreyya Paşa`nın Bahariye Caddesi`nde inşa ettirdiği Süreyya Sineması’nda yöneticilik yapmış. Nazım Hikmet’in “Romantik Komünist” adlı son biyografisinin yazarları Şaime Höksu ve Edward Timms şunları anlatmış: “Hikmet Bey, 1932’de bir köpek tarafından ısırılıp kuduz aşısı yaptırmıştı. Ama birkaç gün önce bir yaralanma dolayısıyla tetanoz aşısı da yaptırdığından iki aşının uyuşmaması nedeniyle ağır hastalanmış ve kısa bir süre sonra ölmüş. Hastayken, Süreyya Paşa (İlmen) evlerine gelerek sinemanın hesaplarıyla ilgili olarak kendisiyle konuşmuş. Hikmet Bey birkaç gün sonra ölünce, Nâzım Hikmet çok üzülmüş ve öfkeyle “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye” başlıklı şiiri yazmış. Bu şiirinde ölümünden sorumlu tuttuğu babasının patronu Süreyya Paşa`ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılmış. Bir yıl hapis, 200 lira para cezasına çarptırılmış. Şiirinin bir bölümünde şöyle diyordu Nâzım Hikmet:
...Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvel
ışıklı çocuk gözlerini
siz onun yanındaydınız.
Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye kalbinin atışını saydınız.
Tutmuyordu babamın öpülesi elleri...
N.H - 1933

Yazardan Not1: Pera Müzesi, “İstanbul’da Deniz Sefası: Deniz Hamamından Plaja Nostalji Sergisi’ne” kapsamlı bir yayın olan İstanbul’da Deniz Sefası kitabı da eşlik etmiş. Sergi yine birçok belge, video, söyleşilerle bizlere derya deniz bilgileri aktarırken, zaman tünelinde yolculuklarımızı da başlatıyordu âdeta!

Yazardan Not2: Çalışmalarım sırasında Pera Müzesi “Info” mailine attığım e-maillere aldığım hızlı ve yönlendirici cevaplar için Sevgili Gülru Tanman’a ayrıca teşekkür ederim!

Yazardan Not3: Çalışmalarım sırasında danışmak istediğim konu için yine e-mail üzerinden hızlıca dönüş yapan Araştırmacı, Yazar Sevgili Gökhan Akçura’ya teşekkür ederim!


Yazardan Not4: Yazımdaki 2. Fotoğraf https://mimdap.org/ yer alan Arif Atılgan paylaşımından alınmıştır. Çok teşekkürler ederim!

Yazardan Not5: Faydalanılan siteler;

https://tayyarecivecihi.com/,

https://www.gazetekadikoy.com.tr/,

https://sureyyaoperasi.kadikoy.bel.tr/tr

Yorumlar