Plajlar Şehri İstanbul!
Ağustos-2024
Yüzyıllar boyunca pek çok gezginin, ressamın ilgisini çeken! XIX. yüzyıl Avrupalı ressamların yansıttıklarıyla dünyanın en güzel kentleri arasında sayılan! Roma, Bizans ve Osmanlı’ya başkentlik yapan! 8000 yıllık tarihe sahip eşsiz bir coğrafya, önemli bir medeniyet şehri İstanbul! İki kıta üzerine kurulu, içinden deniz geçen tek şehir olarak pitoresk kavramını dünyada en çok hak eden şehirlerin başında geliyor! Bizler; yüzyıllar öncesinin mimarisini, manzaralarını resmedilmeye değer cezbedici ve gizemli güzellikler olarak tanımlayan pitoresk bir tarihin içinde, tam kalbinde yaşıyoruz! Geçmişi üç imparatorluk barındıran ve bu üç imparatorluğun birbirinden güzel eserlerle donattığı İstanbul, Bizans’ın muhteşem alt yapısı üzerine Mimar Sinan’ın olağan üstü dokunuşları, birde Allah vergisi coğrafyasıyla eşsiz, benzersiz bir kent olup çıkmış!
Dünyanın ender şehirlerinden olan İstanbul`un kıyılarının toplam uzunluğu 515 km! Adaların ve Haliç’in kıyıları eklendiğinde ise toplam kıyı uzunluğu 647 km’ye yaklaşmakta olan İstanbul için üç tarafı denizle çevrili tanımlaması hayatımızda yer etmiş olsa da yetersiz kaldığı aşikar! İstanbul Boğazı’nın Anadolu Yakası ve Avrupa Yakası olarak ayırdığı şehirde bu iki yarımadayı ve Haliç’i hesaba katarsak İstanbul’un 6’dan fazla tarafı denizle çevrili diyebiliriz! Böylesi eşsiz bir coğrafya’da, doğal plajlar cennetinin tam kalbinde yaşayan İstanbul sakinlerinin, deniz kültürünü oldukça geç keşfedip, kısa sürede de kaybetmiş olmasının hikâyesi çok acıdır ve halen yüreğimizi kanatır!
Tarihin hemen her döneminde dünyanın en önemli liman kentlerinin başında gelen İstanbul’un kendine özgü deniz kültürünü her yönüyle ele alarak bu yazı dizimde anlatmayı çok önemsiyorum! 1870’lerden 20. yüzyılın ortalarına uzanan, deniz hamamından plaja geçişin devrim niteliğindeki hikâyesi ilk ele alacağımız başlıklardan!
Osmanlı, hatta Bizans döneminde bile denize giren insanlar mutlaka vardı! Antik dönemlerde deniz İstanbul kent kültüründe son derece önemliymiş ve hayatın olağan akışı içerisinde yoğun şekilde değerlendiriliyormuş. Osmanlı döneminde ise sahillere inşa edilen yalıların dışında deniz, şehir sakinlerinin nadiren ulaşım için kullandıkları bir araç olmaktan öteye gidememiş. Aynı zamanda Osmanlı’da deniz mahremin bir parçasıymış, yüzmek yıllarca sakıncalı ve yasakmış. Osmanlı donanması ise bünyesinde bulunan denizcilerin yüzme bilmesine önem verirmiş. Kökleri bozkır ve kara toplumu olma özellikleri taşısa da Osmanlılar zaman içerisinde denizle sınırlı da olsa bir ilişki geliştirmiş. Eski dönemlerde denize ancak balıkçı, tulumbacı, kayıkçı, gemi tayfası ve bahriyeliler işleri nedeniyle zorunlu olarak girerlermiş. Kayıkla gezmek ya da balık avlamak dururken, denize yüzmek için girmek pek kolay anlaşılır bir durum değilmiş. Osmanlı kent kültüründe ise denize girmek, denizde yüzerek eğlenmek, sahilde güneşlenmek gibi etkinlikler halkın avam kısmının yapacağı işler olarak görülür ve uygun bulunmazmış. Günümüzde güzellik algısı olan zayıf vücut yapısı, o dönemde fakirlik alameti, güneşte bronzlaşmak ise çirkinlik olarak kabul ediliyormuş. Beyaz tenli ve biraz toplu olmak güzellik için olmazsa olmazmış.
O dönemler İstanbul’da denizin ayrı bir yeri olsa da gerek mahremin bir parçası, gerekse sakıncalı ve yasak olması nedeniyle denizin bir yaşam kültürü haline gelmesinden ancak 20. yüzyılda söz edebiliyoruz. Osmanlı halkının denizle olan ilişkisini ise büyük ölçüde I. Dünya Savaşı belirliyor. O dönemler İngilizlerin başlattığı faaliyet İstanbul halkı tarafından önce hayretle karşılanmış olsa da bu bakış açısı 19. yüzyıl sonlarına doğru değişmeye başlamış; 6 tarafı denizle çevrili bir kent olan İstanbul’da halk tahta perdelerle ayrılmış “Deniz Hamamları” ile yetinmek zorunda kalmıştı.
Evliya Çelebi`nin Seyahatnamesi’nden anlaşıldığı üzere deniz hamamlarının geçmişi çok daha öncesine 17. yüzyıla dayanıyordu! Deniz hamamlarının kabul görerek yaygınlaşması ise batılılaşmanın da etkisiyle 19. yüzyılın ikinci yarısını buluyor ve sayıları artmaya devam ediyordu. Yine bu seyahatname`de denize nerelerden ve nasıl girilebileceği belirtilirken Eyüp civarı başta olmak üzere inşa edilmiş deniz hamamlarından, buralarda şehir halkının nasıl zaman geçirdiğinden detaylıca söz ediliyordu! Ancak deniz hamamları yada deniz banyolarının eğlenceden çok tuzlu deniz suyunun çeşitli hastalıklara şifa olacağı düşüncesiyle kullanıldığı ifade ediliyordu!
19. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul kıyılarında salaş deniz hamamları sadece yalı önlerinde kurulan hususi hamamlardı! Dört tarafı tahtalarla örtülü yeni bir oluşum; içine giren dış dünyadan gizli, karanlık bir suya dalıyor ve hemen çıkıyordu. Buralara da denize girmenin tıbben sakıncaları olduğu dönemlerden gelinmişti! Bu dönemler deniz banyosunun ilaç sayıldığı, hekimin onayı olmadıkça denize girmenin sakıncalı olduğu dönmelerdi! Denize girmek için neredeyse tam teşekküllü hastaneden rapor almak gerekiyor, reçeteye bile yazılıyordu. Hekimler kendilerine “Deniz Sağlığı” anlamına gelen bir alan açarak; denize hangi aylarda girilebileceğini, deniz mevsiminde hangi yiyecek ve içeceklerin tüketilebileceğini belirliyorlardı. Kimlerin denize girebilecekleri; deniz kenarında oturuluyorsa iklim değişikliği sorun değildi ama iç yöreden deniz kenarına gelinmişse denize girmeden iki üç gün beklemeleri gerektiği belirtiliyordu. Özellikle küçük çocuklar ve hastalıktan yeni kalkmış, nekahet döneminde olan gençler için kaç dakika denizde kalabilecekleri, denize girmeden önce ne tür önlemlerin alınması gerektiği önemliydi. Tüm bu hususlar ayrıntılarıyla sayfalara dökülmüş, denize girmenin sakıncaları sıralanmış, suyla temas için yüzlerce kural getirilmiş ve hekimlerin yazdıkları kitaplar yasaklarla dolmuştu!
Deniz hamamları kıyıdan uzunca bir tahta iskele ile açığa doğru uzanan, etrafı tahta perdelerle çevrili barakalardan oluşurdu. Deniz tabanına sabitlenen kalın tahta kütüklerin üzerine inşa edilir ve çevresi tahtalarla kaplanırdı. Suya dayanıklı ahşap malzemelerden yapılan deniz hamamlarının bir köşesinde soyunma kabinleri, güneşlenme yerleri, kahvehane ve helaları olurdu. Bu yapıların ortasında oluşan havuza benzer bir boşluktan denize girilir ve içeriyi kimse göremezdi. Bir anlamda deniz banyosu fikrini barındırdığı için de yüzme bilmek gerekmezdi.
Deniz hamamları “umumi” ve “hususi” olmak üzere iki gruba ayrılırdı. Hususi hamamlar yalıların yanında yer alan ve onlara ait mekânlar, umumi hamamlar ise daha büyük, mevsimsel yapılardı. Deniz hamamları genellikle 35 metre boyunda ve 20 metre eninde idi. Derinlikleri ise genellikle 1,5 metreyi geçmezdi. 19. yüzyılın ortalarından itibaren deniz hamamları İstanbul’u kuşatmaya başlarken yayılması, hususiden umumi hamama gelişi ise 20.yüzyılın başlarında gerçekleşmişti.
20. yüzyılın başlarına geldiğimizde artık deniz hamamlarının iyice geliştiğini görüyoruz; fiziksel özellikleri ve pratikleri nizamnamelerle düzenlenip, inşa izinleri alınmadan yapılamıyordu! Deniz hamamları kadınların ve erkeklerin ayrı kullanımına dayalı, davranış biçimlerinin disipline edildiği denetimli alanlardı! 1875’te İstanbul Şehremaneti, yani İstanbul Belediyesi deniz hamamları hakkında bir nizamname çıkarmış, erkek ve kadınlar için ayrı ayrı deniz hamamları öngörmüştü. Kadınların bu kapalı mekânlardan dışarı çıkması ise kesinlikle yasaklanmıştı. Nizamnamede deniz hamamlarının ebatları belirlenmiş, üstü örtülü suffe denilen bir sofa, ya da revak, ayrıca bir kahvehane, bir hela şartı koşulmuş ve her yerde açılmasına izin verilmemişti.
Deniz hamamlarının yapılıp işletilmesi, belediyenin alacağı harçlar, kadın ve erkeklerin günün hangi saatlerinde faydalanabilecekleri yapılan resmi düzenlemelerle belirlenmişti. Kadın ve erkekler için birbirine yakın yerlerde yapılan deniz hamamları arasındaki mesafeye de çok özen gösterilir ve kadınlar hamamındaki seslerin erkekler hamamından işitilmeyecek kadar uzaklıkta olmasına dikkat edilirdi. Kadınlar hamamının çevresinde devamlı olarak bir bekçi ve polis kayıkla dolaşır, buraya yaklaşan olursa düdük çalar ve yaklaşmasını engellerdi.
Deniz hamamlarının dışında, alenen açıkta, kıyıda denize girmek herkes için yasaklanmıştı. Sahil boyunca dolaşan bekçi kayıkları bu yasağa uyulup uyulmadığını kontrol eder, yakalananlar koltuklarında elbiseleriyle toplanırdı. Bazen de polis karadan gizlice gelir, denizdekilerin kıyıda bıraktığı çamaşırlarını toplar, karakola götürürdü. Denizden fırlayanlar peştamalla polisin peşine düşer ve polislere yalvararak koştururlardı. Yarı çıplak grupları polisin peşinden koşarken görmek, sahil mahallelerinde sıklıkla görülen sahneler haline gelmişti! Bu yasağın delindiği tek yer Tarabya idi! Yasağı delenler de elçiliklerin yazlık yalılarının çevresinde demirlemiş olan yatların denizcileriydi.
Bu tahta deniz hamamları mevsim sonunda sökülür, tahtaları bir arsaya yığılır, üzerine katranlı bez örtülür ve sonraki yıl mevsim başında yine aynı yerde kurulurlardı. Deniz hamamlarının sahibi, bekçisi, biletçisi değişmezdi. Kadınlar deniz hamamlarının her yıl yeniden inşa edilmesi için yapılan tüm bu masraflar, gayretler kadınların görünmemeleri içindi! Tabii kadınlar görünmüyor olsa da sesleri çığlıklar halinde duyulurdu!
Bu deniz hamamları İstanbul’un dört bir köşesini donatmış ve varlıklarını yakın tarihimize kadar sürdürmüşlerdi. Yeşilköy’den – Ağırkapı’ya, Büyükdere’den- Salacak’a, Moda’dan- Pendik’e sahiller tamamen deniz hamamlarıyla dolmuştu! Dönemin en önemli deniz hamamları ise Yeşilköy, Makriköy (Bakırköy), Samatya, Yenikapı, Ayasofya, Kumkapı, Çatladıkapı, Ahırkapı, Salıpazarı, Fındıklı, Kuruçeşme, Ortaköy, İstinye, Tarabya, Bebek, Büyükdere, Yenimahalle, Beykoz, Paşabahçe, Kuleli, Çengelköy, Beylerbeyi, Üsküdar, Salacak, Moda, Fenerbahçe, Caddebostan, Bostancı, Kadiköy, Kartal, Maltepe, Pendik ve Tuzla’da kurulmuştu.
İngilizler... Deniz Hamamları... Beyaz Ruslar... Ve Cumhuriyet’in meşhur plajları!
Deniz hamamları döneminde bugün anladığımız şekliyle bir deniz kültürüne hâkim değildik! 1920’lerden itibaren deniz hamamları yerlerini yavaş yavaş kadın ve erkeğin beraber denize girebildiği plajlara bıraktı! Plajlara geçilmesiyle birlikte denizin günlük yaşantımızın bir parçası olduğu gözler önüne serildi ve İstanbul’a deniz kültürü yerleşmeye başladı! Deniz ülkelerin gelişimini sağlarken; ticaret, seyahat ve manzara gibi kavramları çağrıştırıyor, şehir yaşamının bir parçası olmasıyla özgürlüğün de simgesi olarak görülmeye başlandı ve İstanbul’a kendine özgü bir özgürlük anlayışını getirdi!
Deniz hamamından plaja geçişin devrim niteliğindeki hikâyesinde başrol ise bir dış etkinin olmuştu! Rus devrimine karşı koyan ve ülkelerinden kaçan Beyaz Ruslar tam anlamıyla İstanbul’da devrim niteliğinde bir dönüşüme neden oldular! Çarlık taraftarı Vrangel ordusu Bolşeviklere yenilerek, Karadeniz limanlarına sığınmıştı. O zaman İstanbul’u işgal altında tutan İtilaf devletleri İstanbul’da ellerine geçirdikleri gemileri o limanları göndererek asker, kadın, çocuk tüm insanları İstanbul’a getirtip direk Florya civarında kamplara yerleştirmişlerdi. Mütareke ve İstanbul’un işgaliyle birlikte “mesire” anlayışı değişmiş, sayfiyeye dönüşmeye başlamıştı. Boğaz yerine artık Adalar’a, Anadolu ve Avrupa yakası sahillerine gidilir olmuştu.
Ekim Devrimi olarak da bilinen bu devrimden sonra ülkelerinden kaçan Beyaz Ruslar gemilerle İstanbul’a gelirken yan yana yüzlerce insanla birlikte bulunmaktan bitleniyor, saçları kesiliyor ve hepsi büyük bir kamp olan Florya tarafına yerleştiriliyordu. Florya’da sere serpe, yarı çıplak denize giren Rus kadınları kısa sürede İstanbul sakinlerinin ilgi odağı olurken, erkekler ve kadınlar mayo adını verdikleri; dizkapaklarından biraz aşağıya inen, kolları ve omuzları açıkta bırakan deniz fanilalarıyla denize giriyorlardı. İstanbul’un işgal yıllarında Tarabya ve Florya’da kadınlı erkekli denize girilmesi ise şehri oldukça karıştırmıştı! Yüzyıllardır denizden kaçan İstanbul halkı bu kez Fülürye’ye koşarak, hayretler içinde denize girenleri seyrediyor ve tüm evlerde bir tek bu konu konuşuluyordu! Eskiden halk tarihi çınarları ve memba suları ile meşhur Fülürye’ye fülürye kuşunu dinlemeye giderken artık kızgın kumlar üzerine yatan Rus kadınlarını izlemek için gidiyordu. Fülürye ise Rusların bozuk telafuzu nedeniyle Florya’ya dönüşmüştü. İstanbul’daki Rus, Fransız ve İngilizlerin Boğaz’da, Tarabya’da açıktan ve kadın-erkek bir arada denize girmeleri kısa zamanda şehir halkı tarafından da örnek alınıp benimsendi! Böylece mahremlik giderek ortadan kalktı, Türk kadınları ve erkekleri için de plajlarda kumlara sere serpe uzanma devri başladı. Florya plajı ise en çok rağbet gören bir plaja oldu! Bu gelişmeler karanlık suları, kapalı mekânlarıyla ayrışan deniz hamamlarının da azalmasına ve birbiri ardında yeni plajlar açılmasına yol açtı
Kızıl Ordu’nun püskürttüğü, varını yoğunu geride bırakarak acı bir şekilde İstanbul’a göçen Rus aristokrasisi şehirde pek çok dönüşüme neden olmuştu! Bunlardan en önemlisi halkın denizle buluşmasını sağlayan plaj alışkanlıkları olsa da geçim derdindeki Rus göçmen kadınları kısa sürede İstanbul kadınlarının özenti duyduğu kişiler olmuşlardı! Bitlenen Rus kadınlarının saçlarını kestirmeleri sonucu alagarson kısa saç modaya dönüşmüş, Rus başı diye bilinen tülbentle başı bağlamak başörtünün yerini almıştı. Beyaz Rusların çoğu aristokratlığını İstanbul’da atmış, sürgünün ve yoksulluğun acısıyla bu kentte zorunlu da olsa tutunmaya başlamışlardı.
İlk plaj işletmeleri de yine Bolşevik Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen Beyaz Ruslar tarafından kurulmuştu. İşte plaj kültürümüz de tam buradan başlıyor ve deniz hamamları kapanmaya devam ederek şehrin geçmiş hafızasına ait bir detay oluyordu! Denizle barışık olmayan bir kent için yeni bir yaşam kültürünün doğduğu, denize girenlerin yanında seyredenlerin de mekânıydı artık Florya! İstanbul halkı Florya Plajı’na banliyö treniyle ulaşır, hafta sonları aile bireyleriyle bir araya gelirdi. Florya’da yapılan kamplar, deniz sefaları aynı zamanda aileyi toparlayan, aile dayanışmasını pekiştiren işlevler görmeye başlamıştı. Bu nedenle tüm aile bireyleriyle, akrabalarla tam teşkilatlı gidilir, yenilir-içilir ve neredeyse tüm gün Florya’da geçirilirdi.
Plajların İstanbul halkının hayatına girmesiyle birlikte yeni bir yaşama biçimi gelişirken, şehir sakinlerinin hızla benimsediği plaj alışkanlıkları zaman içinde kendi eğlencesini, modasını ve kendi kültürünü yaratmaya başlamıştı. Florya’da artık deniz donu ve peştamal bırakılmış, Batı’da olduğu gibi mayo keşfedilmişti. Başlangıçta erkeklerde askılı mayolar modaydı, zamanla bedenin üst kısmı da açıldı, özellikle vücuduna güvenen gençler askılı mayoları demode bulmaya başladı. Denize yönelik kıyafetler, mayolar yaz aylarında Beyoğlu’nda büyük mağazalarda ve İstanbul’un diğer seçkin mağazalarında satışa sunuluyordu. O dönemler bronzlaşmak moda olmadığından güneşte sere serpe yatmak ve yanmak adet değildi! Makbul olan her zaman beyaz tendi. Deniz kültürünün yavaş yavaş yerleşmesiyle birlikte güneşten korunmak için de plaj şemsiyeleri kullanılmaya başlandı. Deniz banyolarına ise bir süre sonra kum banyosu eklendi; başlangıçta insanlar doktor tavsiyesiyle, sağlık gerekçesiyle kuma gömülüyorlardı ama zamanla gençlerin ve çocukların bir tür oyununa dönüştü.
Deniz hamamlarından plajlara geçiş dönemlerinde plajlar sadece denize girmek için değil aynı zamanda pikniklerin, konserlerin, dans müsabakalarının, tiyatro ve film gösterimlerinin yapıldığı yerlerdi! Kıyılarımız gezinti, eğlence mekânlarına dönüşürken plaj kültürü denize girmenin ötesinde farklı boyutlar kazanıyor, bundan böyle sanki direklerarası, Pera deniz kıyılarına taşınıyor, gösteriler plajlarda sergilenmeye başlıyordu! Spor etkinliklerine de önem verilerek yüzme, su topu, kürek takımları oluşturularak yarışmalar yapılmıştı. Plajlarda göz banyosu yapmaya gidenleri cezbeden diğer bir etkinlik de plaj güzeli yarışmalarıydı. Güzellik yarışmasıyla da yetinilmiyor, ardından bir de plaj güzeli balosu yapılıyordu. Büyükdere Beyaz Park Plajı bu alanda ün kazanarak etkinlikleriyle fark yaratmıştı.
Plajlar sadece denize girilen yerler olmakla kalmayıp, kaliteli vakit geçirilen, eğlenilen mekânlar haline gelmişti. İstanbul Türkiye’nin plajlar şehri olma yolunda hızla ilerlerken plaj gazinoları şehrin dört bir yanını kuşatmıştı! İnsanlar sıcak yaz gecelerinde bunaltıcı sıcaktan korunmak için deniz kıyılarının esintisinde, gazinolarda keyifli zamanlar geçirirlerdi. Yaz günlerinin yorgunluğunu gideren plaj mekânları neredeyse tam gün kullanılıyordu; sabah denize giren öğle ve akşam yemeklerini plaj lokantasında yiyor, akşama da alaturka ya da alafranga müzik eğlencelerine ya da operet gösterilerine kalıyor, dans müsabakalarıyla ertesi günün sabahını ediyordu. Boğaz sahillerinde, Marmara’nın Rumeli ve Anadolu kıyılarında, Adalar’da gazino kültürü her geçen gün gelişiyor, İstanbullu yemesinden içmesinden kesiyor gazinolara gidiyordu. Yenikapı’daki Çakıl Aile Bahçesi ise 6 bin kişilik görkemli mekânıyla bu alanda başı çekiyordu. Sevim Tanürek’ten, Fahrünisa Solmaz’a, Özcan Tekgül’den Abdullah Yüce’ye, Ateşböcekleri’ne, İsmail Dümbüllü’ye ve daha nicelerini Çakıl Aile Bahçesi’nde dinleme olanağı vardı.
Tüm Türkiye’nin plajlar şehri İstanbul’a akın ettiği bu dönemlerde efsaneleşen plajlarımız ise Suadiye, Büyükdere, Caddebostan, Salı Pazarı, Salacak, Beyaz Park, Altın Kum, Küçüksu, Florya, Fenerbahçe, Adalar, Moda ve Süreyya Plajı idi!
Deniz hamamlarından plaj kültürüne geçişte Florya’nın ayrı bir yeri olmuş, Rus göçmenler soyunup dökünüp Florya’yı mesken edinerek denize girmiş ama çağdaş plaj anlayışının oluşumunda Mustafa Kemal Atatürk’ün ayrı bir yeri olmuştu! 1930’lu yılların ortalarında basından kaçmaksızın herkesin gözü önünde üstü çıplak denize giren bir devlet reisi olarak denize rahat girmenin devlet görüşü olduğunu da kanıtlıyordu Mustafa Kemal Atatürk!
Asıl büyük gelişmeler Cumhuriyet ile birlikte yaşanmaya devam ederken İstanbul halkı denizle barışıyor, laik toplum anlayışı insanı özgür kılıyor, kadınlı-erkekli birlikte denize giriliyor ve plaj kültürümüz gelişmeye devam ediyordu. Kıyılarımız insanlarla dolup, İstanbul plajları efsaneleşirken Atatürk sık sık Deniz Köşkü’nün yanı başında yapılan halk plajına geliyor, burada halkla beraber denize giriyor, kayığa biniyor; halk da çoluk-çocuk, cümbür cemaat Onu yakından görerek birlikte olma imkânını elde edip etrafında toplanıyorlardı!
İstanbul’da Deniz Sefası kitabında Rahmetli Zafer Toprak’ın belirttiği gibi "Atatürk Florya’yı deniziyle, kumuyla, doğallığıyla çok beğenmişti. Yetkililerle görüşerek isteklerini açıkladı: Burayı her yaştan İstanbullunun yararlanabileceği modern tesisler ve kendisine de bir yer yapılmasını arzuluyordu. Böylece Ankara’dan İstanbul’a gelişlerinde, mevsim yaz ise devlet işlerini de buradan sürdürecek, fırsat buldukça da denize girecekti...
Florya Deniz Köşkü için hemen bir proje hazırlandı. Ancak bu projeyi yönetenler, her şeyden önce Cumhurbaşkanı’nın güvenliğini düşündüklerinden, Atatürk’ün bir isteğini projeye yansıtmamışlardı. Bu projeye göre köşk kumsalın sonundaki bir tepecik üzerine yapılacak, aşağıda da bir banyo yeri hazırlanacaktı. Bu arada demiryolu hattının da geriye çekilmesi planlanmıştı. Bölge Gazi’nin isteğinin aksine tamamen halka kapatılacak, Atatürk’e özel bir yer haline getirilecekti.
Bölgenin halka açık olması halinde Gazi’nin korunması kolay olmayacaktı. Ama Gazi halk adamıydı. Cumhuriyet halkın bağrından doğmuştu. Gazi bu kumsaldan ve denizden herkesin yararlanmasını istiyordu. Kararı kesindi: Florya halka açık olacaktı. Bu yüzden uzmanlara “Ankara’da dağ başında yaşıyorum. İstanbul’da Saray’a hapis oluyorum. Bırakın; burada geleni gideni göreyim. Hiç olmazsa tren sesini işiteyim.” demiş ve projede gerekli değişikliğin yapılmasını istemişti.
Gazi, yeniden hazırlanarak kendisine sunulan üç projeden, Cumhuriyet dönemini ilk mimarlarından Seyfi Arkan’ın hazırladığı çalışmayı beğendi. Mimarı, daha önceden yaptığı Çankaya’daki Hariciye Köşkü inşaatı nedeniyle tanıyordu. Ama bu beğenide daha çok mimarın Deniz Köşkü’nü bir halk plajıyla birlikte, bir bütün olarak ele alması etkili olmuştu."
Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün inşaatı hummalı çalışmalar sonucu 43 gün gibi rekor sayılacak bir sürede tamamlanmış ve Atatürk 14 Ağustos 1935 günü buraya yerleşmişti. Köşkü birinci derecede ikametgâh olarak seçen ve çok beğenen Atatürk, Ankara’dan İstanbul’a gelişlerinde mevsim yaz ise devlet işlerini Florya’dan sürdürüyor, fırsat buldukça denize giriyordu. Bundan böyle Florya devlet adamlarının da uğrak yeri olmuştu. Atatürk zaman zaman kendisini ziyarete gelen devlet adamlarını sandalına bindirir, onlarla Florya sahillerinde dolaşırdı. Atatürk asker oluşu nedeniyle ata binmiş, uzun süre spor olarak biniciliğe odaklanmıştı. Ama 1930’lu yılların ortalarında denizi keşfederek ona tutkuyla bağlanmıştı. Yüzme ve kürek sporu Onun sayesinde Türkiye’nin gözde sporlarından olmuştu!
Cumhuriyet’le birlikte plaj kültürü İstanbul’da altın çağını yaşamaya başladı! 1940’lı yıllarda oldukça popüler olan bir ölçüde 1960’lı yıllara kadar altın çağı devam eden plaj kültürü İstanbul’un hızlı sosyolojik değişimleriyle maalesef dönüşüme uğradı!
İstanbul’da Deniz Sefası kitabında Rahmetli Zafer Toprak’ın belirttiği gibi “Türkiye 1940’larla 1980’ler arasında bir demografik devrim yaşadı. Nüfus hızlı bir şekilde arttı. Ayrıca kırsallardan kentlere göç başladı. Bu dönüşümün en belirgin olduğu kent İstanbul oldu. İstanbul nüfusu yarım yüzyılda 1 milyondan 15 milyona yükseldi. Bu insanlara karalar yetmedi; deniz kıyıları da işgale uğradı. Ayrıca neredeyse kapalı bir deniz sayılabilecek Marmara da bu nüfus yoğunluğunu kaldıramaz oldu. Kıyılar betonlandı, asfaltlandı. İstanbul’un denizi kirlendi. Bundan böyle deniz risk faktörü taşır oldu. İstanbullu yeni yazlık mekânlar keşfetmeye ve Bodrum, Marmaris, Antalya gibi mekânlarda yazlık edinmeye başladı. İstanbul’un deniz sefası bundan böyle son buluyordu.”
Yine Pera Müzesi ve İstanbul Araştırma Enstitüsü(İAE), “İstanbul’da Deniz Sefası” sergisine ait kitap ve dokümanlarda belirtildiği üzere “İstanbul’un gündelik yaşantısına yeni bir eğlence anlayışı katan plajlar 1960’lı yıllara kadar altın çağını yaşayarak devam etmişti. Fakat şehir yarım yüzyılda kaldıramayacağı kadar göç alarak hızla yapılaştı. Bu hem kentteki demografik yapının değişmesine, hem de denizin hızla kirlenmesine neden oldu. Deniz kirliliği risk oluşturacak seviyelere ulaştığında ise İstanbullular yoğun şekilde Bodrum, Marmaris, Antalya gibi yerlerde yazlık evler almaya devam ettiler.
1980’lerde 15 milyona yükselen İstanbul’un nüfusu ile sadece kent morfolojisi ve yapılaşma değil, deniz kıyıları da değişim göstermeye başladı. Gerek rant, gerek artan yol ihtiyaçları ile kıyılar dolduruldu, doldurulmasa bile kıyı bandı asfaltlandı ve yollar genişletildi. Denizle İstanbullu’nun kurduğu ilişki giderek teyellendi ve manzaradan ibaret olmaya başladı. Kentin büyümesine öncülük eden ilk büyük proje 1973 yılında 1.Boğaz Köprüsü’nün inşa edilmesiydi. Bu sayede kentin kuzeyine yerleşim çoğaldı. Nüfusun 2 milyonu geçmesi ile deniz atık sulardan kirlenmeye başladı. 1980’lerde nüfus 5 milyonu geçti. Kıyıları halka açmak adına kıyıları doldurma fikri ilk kez bu yıllarda gündeme geldi. Fakat yapılan dolgu alanlar, daha çok artan yol ihtiyacına hizmet etmeye başladı. Yapılan hafriyatlar, dolgu ve asfaltlama yapılan kıyı bantlarına zarar verdi. Dolgu alanlar ile kıyı bandını daha çok kullanıcıya açma fikri, umulanın aksine İstanbullu’nun denizle ilişkisini zayıflatan bir yönteme dönüştü. 1988 yılında 2.Köprü’nün de tamamlanması ile İstanbul’da birçok yeni semt oluştu ve kuzey bölgelerdeki yerleşim daha da arttı. Nüfusun 7 milyonu geçtiği bu yıllarda Marmara Denizi, 1950’lere dek süren neşeli plajlarının etkisini kaybetti ve şehrin atıkları ile dolan bir tehdit unsuru haline geldi.
2000’li yıllarda denizi temizlemeye yönelik arıtma tesisleri tamamlandı. Bu sırada kıyı şeridi kilometrelerce sahil dolgusu ile âdeta yeniden şekillendi. Ancak denizin temizlenmesi 15 milyon nüfusa ulaşmış ve sosyal yapısı çok değişmiş İstanbul için deniz sefasını geri getirmeye yetebilecek bir girişim olmadı.”
1930’ların temennisi “Deniz kum ve güneş! İnkılap tam vücudunu, insan sıhhatini ve insan iffetini gördüğünüz gibi açık havaya taşıyor. Bir gün bütün İstanbul plajları, boğaz ve İstanbul civarından Marmara’nın iki kıyısına doğru ve Türk Devleti’nin bilgili ve zevkli hamleleriyle yalnız Türkiye’nin değil Dünya’nın müstesna ve kalabalık bir sayfiyesi olacaktır.” Ama maalesef 1930’ların bu temennisi gerçekleşemiyor ve İstanbul plajlar kenti olma özelliğini 1950’lerin sonunda kaybetmeye başlıyor!
İnsan o dönemlerde İstanbul’da doğup büyür de güzel denizini, her biri ayrı güzellikteki plajlarını özlemez mi? Hele bu eşsiz şehir uçsuz bucaksız kıyılarını kaybetmişse! Yazılarımın zamansız kahramanlarının paha biçilemez anılarını dinledikçe kullandığım “Film şeridinden geçer gibi izleyip, anılarına dokunabildim.” cümlelerim ne kadar gerçekçi imiş diye düşünmeden edemiyor ve ben dahi o dönemlere özlem duyuyorum!
Zamanında İstanbul bir doğal plajlar cenneti imiş! İstanbul’un Boğaziçi, Marmara hatta Haliç kıyılarında; denizin çevrelediği her yerden denize girilebilirken, o dönemleri röportajlarda hasretle anlatan amcalar, teyzeler “1959’da büyük kayalarla Sirkeci’den Florya’ya kadar sahili dolduruyorlardı... O zamanlar televizyonda yok, ne olduğunu kimse bilmiyordu. “Niye dolduruyorsun” diye bir şey de yoktu. İstanbul kıyıları gerçekten eskiden bambaşka idi! Boş kaldığımızda hep yüzmeye giderdik... Cam gibiydi deniz, sonraları kirlendi.” diyorlar.
Yazın İstanbul’un en cazip, en eğlenceli yerleri plajlardı! Yaz eğlenceleri ya plajların arkasındaki bahçelerde, yada kıyı gazinolarında lebi derya masalarda yaşanır olmuştu. Günümüzde şehrin gözbebeği sayılacak bazı semtler o yıllarda nüfus yoğunluğuna uğramadığı için henüz sayfiye sayılıyordu. Deniz gerçek anlamda hepimizin, Boğaziçi hepimizin ortak değeri idi! Sıcak yaz günlerinde çocukların gidebilecekleri tek yer deniz kenarı iken sonraki yıllarda boş zaman değerlendirme etkinliklerindeki değişim içimizi nasıl acıtmasın ki! İstanbul halkının toplumsallaşmasını, doğaya açılımını, boş zaman değerlendirme modellerindeki değişimini nasıl kökünden baltalamışız! ”Cumhuriyet ile birlikte plaj kültürü İstanbul’da altın çağını yaşamaya başlarken, gündelik hayatın vazgeçilmezi iken sahillerimiz ulaşılması güç bir manzaraya nasıl dönüştü?” demekten kendimizi alamıyoruz değil mi?
İstanbul’da Deniz Sefası kitabında yer alan ve "Aydın Boysan - İstanbul’un Kuytu Köşeleri" kitabından alıntı olan şu kısımda Sevgili Aydın Boysan ne kadar haklı! “Su kenarında yaşamak... Bu yaşama biçimi, tiryakilik doğurur. İstanbullu su tiryakisidir. Su görmediği yerde yaşamak, ona zevk vermez. “Leb-i derya” da yaşamak gibi kavram, yani “denizin dudaklarında” yaşamak, eski İstanbullunun aşkıdır.
Sandılar ki sahil yolları yapılırsa, halk denizle bütünleşecek. İstanbul kıyıları, Fransa güney kıyılarındaki Nice ve Cannes’e benzeyecek. Bu yıl yine görüp karşılaştırdım. Hiç benzemedi. Oralarda kilometrelerce sürüp giden, yaklaşık 100 metre genişlikteki kumsallar, hayat kaynıyor. Deniz eşyasını alan, kumsala yayılıp saatler geçiriyor... Hanımlar, üstsüz falan... Bizim bayağı sahil yolları, trafik canavarlarıyla kara- deniz ilişkisini balta gibi kesiyor. Eski güzelim kumsallar yok edilmiş. Manda yalaması kıyı çizgisinde, kumsal oluşmuyor. Oluşsa bile ne olacak? Halka açık bile olsa, orada tek bir üstsüz hanım gözükse, şehirde yangın haberi gibi hızla dolaşır, binlerce “aç” sahile akın eder.
Üstelik dolgularla kazanıldığı sanılan alanlara, binalar yapılmaya başlandı. Yıllar geçecek, yeni binalar yapılacak... Balıkhane ve İskele gibi. Bizim şehirciliğimiz yeni uygarlık vahşeti örnekleri vermekten kesinlikle vazgeçmeyecek. Anadoluhisarı doğusundaki çok katlı apartman yığınları gibi. İstanbullunun leb-i deryada, yani denizin dudaklarında yaşama hakkı ve zevki, imar babaları tarafından yok edildi.” diyor
İstanbul’da yaşayan bizler, yaşlılar, emekliler, çocuklar, gençler denizden yeteri kadar faydalanabiliyor muyuz? Bodrum, Antalya’da değil de niye İstanbul kıyılarında yüzüp, tatilimizi yapamıyoruz? Kendi şehrimizin eşsiz sahillerinde yüzmeye devam edemez miydik? Güzel bir yerde oturup, kesemize uygun şekilde bir kahve içemez miydik? Bırakın yüzmeyi parasız oturabileceğimiz yeteri kadar yer dahi kalmadı! Günümüzde denizi tadabilecek kıyılar, mekânlar olsa da sadece parası olanlar için! İstanbul’da yaşayıp Eminönü’nü göremeyen çocuklarımızın olduğu tatsız dönemlerdeyiz artık! Böylesi masal gibi bir şehirde bir yerden bir yere kesintisiz yürümek ise maalesef mümkün değil! Nasıl isterdim sahil boyunca uzun uzun yürüyüşleri! Ne acıdır ki şehir araba ile ulaşılabilir hale getirildi; geçitler, viyadükler birçok yerde arabasız yol almak mümkün değil! İstanbul’un her bir plajı birbirinden güzel olmasına rağmen İstanbul’u plajlar şehri yapmaktan nasıl hızla uzaklaşıp, taş yığını haline döndürmüş ve halkın ulaşımını engellemişiz inanılır gibi değil!
Pera Müzesi İstanbul’da Deniz Sefası: Deniz Hamamından Plaja Nostalji Sergisi’nde birçok belge, video, söyleşilerle bizlere derya deniz bilgileri aktarırken, zaman tünelinde yolculuklarımızı da başlatıyordu âdeta! Bunların yanında DW Türkçe kanalında izlediğim söyleşilerden biri Mimar Seda Özen Bilgili’ye aitti. Seda Hanım “Şehrin içinde değil yüzmek halkın para harcamadan nefes alabileceği alanlar bile tek tek yok oldu.” diyor ve ekliyor “Genel olarak şehir yönetimlerinin suyu izole etme, denizi şehirden uzaklaştırma yaklaşımı nedeniyle günümüzün İstanbul’u bu şekilde! Temel yaklaşımımız suyu izole etme, sudan kaçınma, suyu yapıdan uzaklaştırma, dereyi şehir’den uzaklaştırma! Dere üstünü örtme, kapatma... 100’ün üzerinde İstanbul deresinden günümüze 20 dere geldi... Bu dereleri kapatmanın; hafıza, görsellik, flora dışında insanlar için yapılaşma tehlikesi var! Fay hattını değiştirmek gibi bir şey! Doğayı hapsetmeye çalıştığınızda seller oluşuyor!
Şehir yönetiminden genel olarak rekreasyon önerileri geliyor. Daha farklı bakmalı ve ekolojik restorasyona yönelmeli... Bu konularda alanlarında uzman akademisyenlerimiz var, çok değerli uzmanlarımız! Deniz kenarı nasıl toparlanır, dereler nasıl açılır ve kent hayatına nasıl katılır! Bunları çalışan çok değerli insanlarımız var! Ama bu değerli insanlarımızın doğru yerde görev alması mümkün olmuyor! Bir deniz kenti olan İstanbul’da deniz ile şehir arasına giren bariyerler halkı rahatsız ediyor. Çoğunluğu betonlaşmış şehirde insanlar suyu arıyor! Yöneticilerimizden kendilerini denizle ve kıyılarla buluşturacak ticari değil insan odaklı projeler bekliyoruz.” Mimar Seda Özen Bilgili’nin her bir cümlesine katılmamak mümkün değil!
Halkın denizle buluşabileceği; özellikle sahil şeritlerinde ailelerimizle birlikte vakit geçirebileceğimiz hatta kamp yapabileceğimiz, uzun yürüyüşlere çıkabileceğimiz kesintisiz alanlar günümüze kadar keşke ama keşke ulaşabilseymiş! Tüm bu güzellikler İstanbul’da yaşamın en güzel parçalarından biri olarak devam edebilseymiş keşke!
Bir zamanlar Türkiye’nin plajlar şehri olan İstanbul ve kaybolan deniz kültürü başlığından yola çıkarak araştırmalarımı yaparken derya deniz bir dünyanın içine girdiğimin farkındaydım! Derinleştikçe içimizi daha da acıtan onlarca konunun da!
İstanbul’un kıyı kullanımı ve denizle olan ilişkisinin tarihine kısaca bir göz atıp kaleme aldığım bu yazımın devamında Süreyya Plajı’nın en güzel yıllarında soluklanıp, Bakireler Mabedi’nin en gözde yıllarına zamanda yolculuk yapacağız.
Yazardan Not1: Pera Müzesi, “İstanbul’da Deniz Sefası: Deniz Hamamından Plaja Nostalji Sergisi’ne” kapsamlı bir yayın olan İstanbul’da Deniz Sefası kitabı da eşlik etmiş. Sergi yine birçok belge, video, söyleşilerle bizlere derya deniz bilgileri aktarırken, zaman tünelinde yolculuklarımızı da başlatıyordu âdeta!
Yazardan Not2: Çalışmalarım sırasında Pera Müzesi “Info” mailine attığım e-maillere aldığım hızlı ve yönlendirici cevaplar için Sevgili Gülru Tanman’a ayrıca teşekkür ederim!
Yazardan Not3: Çalışmalarım sırasında danışmak istediğim konu için yine e-mail üzerinden hızlıca dönüş yapan Araştırmacı, Yazar Sevgili Gökhan Akçura’ya teşekkür ederim!
Yorumlar