Yeni - Moda Eczanesi
Temmuz-2019
Döneminin dokusu, kültürü hakkında ipuçları veren, geçmişten geleceğe armağan niteliğinde olan, tam 117 yıllık bir eczane! Tarihi dokusuyla ruhumu okşayan, mücevher niteliğindeki bu mekânın hikâyelerini dinlerken büyülenmemem mümkün değil! Geçmişten birçok şey bulup, tarihte yolculuklar yapabildiğim; sevgi, saygı, zarafet, asalet adına birçok şeyin farkına tekrar tekrar vardığım anlar!
Yeni - Moda Eczanesi’ne girdiğim an görüyorum ki her köşesi adeta tarihe açılan, keşfedilmeyi bekleyen bir pencere! Ve klasik müzik eşliğinde, güler yüzüyle sizi karşılayan bir İstanbul Beyfendisi! Moda deyince akla gelen, semt ile özdeşleşmiş dost canlısı, çok değerli bir insan Sevgili Melih Ziya Sezer... Eczacılığı yanında müziğe, edebiyata düşkün bir şair olan Melih Bey ile; eczacılığın sanat olduğu, doktorun yazdığı reçetenin, eczacının laboratuvarında ilaca dönüştüğü dönemlerden, sektörün sanayileştiği dönemlere yolculuklara çıkıyoruz...
Yeni - Moda Eczanesi’nin Hikâyesi Faik İskender Bey ile başlıyor aslında. Faik İskender Göksel 1901 Eczacılık Okulu mezunu. 1902’de ilk eczanesini Kızıltoprak’ta “Eczane-i Saadet” adıyla açıyor. 1928’de çıkan Tahdit Kanunu gereği Kızıltoprak’daki iki eczaneden birinin kapanması gerektiğinden, eczane Moda’ya “Eczane-i Faik İskender” olarak taşınıyor. Harf devrimiyle birlikte adı da Moda Eczanesi olarak değişiyor. 1936 yılında Faik İskender Bey vefat edince, Moda Eczanesi çocuklarına kalıyor. Kısa bir süre onlar işletiyor ama sonra devretmeye karar veriyorlar.
Gelin bu kısmı Sevgili Melih Bey’den dinlemeye devam edelim “Babam Halil Nejat Sezer 1925 İstanbul Üniversitesi mezunu. İlk eczanesini memleketi olan Urfa’nın Birecik kazasında Yeni Eczane adında açmış, 1935 yılında ise Konya Karaman’a taşınmış ve eczanesinin adını değiştirmeden Yeni Eczane olarak devam etmiş. Bu dönemde depolarla görüşmek için sık sık İstanbul’a gelirmiş. Arkadaşı Moda’da bir eczanenin satıldığından bahsedince, babam da Moda’ya gelip Faik Bey’in varislerinden Moda Eczanesi’ni satın almış. 1937’de eczaneyi devralınca isimleri birleştirmiş ve olmuş Yeni - Moda Eczanesi!”
Bu bilgiler ışığında hemen eczane içerisinde yer alan orijinal tabelaları soruyorum “Babamın eczaneyi devraldığı tarih olan 1937 yılında ilk tabela yağlı boya ile yapılmış. Bugün eczane içerisinde muhafaza edilen 1951 tarihli tabela halk sanatında özel yeri olan camaltı resim tekniği ile varak kullanılarak yazılmış. 1937 yılında yapılan tabela ise tadilatlar sırasında maalesef kaybolmuş. Şu anda vitrinde bulunan cam üzeri varaklı tabela 1985 yılında Ferit Özen tarafından yapılmıştı. İlk yapıldığında Nejat Bey’in eczaneyi devraldığı tarih olan 1937 yazılmış fakat araştırmalarım sonucu, Faik İskender Eczanesi’ne ait 1902 tarihli ilaç şişesi esas aldığımda tabeladaki tarihi değiştirdik.” diyor.
“Babanız çok genç yaşta vefat ediyor... Siz küçüksünüz... Anneniz eczaneyi 5 yıl idare etmek zorunda kalıyor... Bu acı hatıraları üzülerek sizden dinleyebilir miyim?” diyorum. Melih Bey “Evet, babamı rahatsızlığı nedeniyle 1943 yılında, 44 yaşında kaybettik... Kanun gereği eczane kanuni mirasçılarına kalabiliyordu. Ben o zaman ilkokul 5. sınıfa yeni başlamıştım. Eczacılık kanununa göre 18 yaşında liseyi bitirmek gerekiyordu. Aksi halde eczane kapanacaktı. 31 yaşında dul kalan annem eczaneyi idare etti. Ben Moda İlkokulu’nu, Kadiköy Ortaokulu’nu bitirdim. Lise 1 ve lise 2. sınıflarını ise çeşitli okullarda okudum. Zaman sıkıştırıyordu, lise son sınıfı annemin arkadaşı Nihal ve eşi Ahmet Efeoğlu’nın teklifiyle Konya Lisesi’nden okudum. Fakülte bitince 1950’de fiilen başladım, halende ben yönetiyorum... ”diyor.
“Sevgili eşini çok erken yaşta kaybeden anneniz zor bir yaşamın başrol kahramanı olarak size ve kardeşiniz Suna’ya analık babalık yapıp, okulunuz bitince de eczaneyi gönül rahatlığıyla size teslim ediyor. Diğer taraftan babanız ve annenizin tanışması çok hoş! Bu etkileyici aşk hikâyesini sizden dinlemek isterim.”
Sevgili Melih Bey içten bir gülümsemeyle... “Babam liseyi Urfa’da bitirdikten sonra o tarihlerde İstanbul Kadırga’da bulunan İstanbul Eczacılık Okulu’na gelmiş ve üstün başarıyla bu okuldan mezun olmuş. Urfa’da ilk eczanesini açtıktan sonra da depolarla görüşmek üzere sık sık İstanbul’a gelirmiş. Bu gelişlerinden birinde Eczacı Ali Rıza Aslıhan’ın Sirkeci’deki meşhur Merkez Eczanesi’ndeyken Ali Rıza Bey’in aile dostu olan anneannem Fitnat Can ve kızı Azize Naime eczaneye müşteri olarak gelmiş. Babam o anda vurulmuş anneme! Hani annem de ay parçası gibi 18 yaşının gençlik güzelliğine ilaveten kendi güzelliği... Ali Rıza Bey: “Oğlum onlar taşraya kız vermez ümitlenme” der. Ama babam hiç ümidini kesmez, o günden sonra da her İstanbul’a gelişinde Ali Rıza Bey’e uğramış... Annemi uzun süre takibe almış, evlerini öğrenmiş. Ama bir türlü cesaret gösterip bahaneyle kapılarını çalamamış. Bir süre sonra yine İstanbul’a geldiğinde bu sefer Ali Rıza Bey’den annemin ameliyat olduğunu ve yattığı hastaneyi öğrenip bir demet çiçekle ziyaretine gitmiş. Hemşire “Naime Hanım bir ziyaretçiniz” var deyince; Annem de “Herhalde ağabeyimdir” diye düşünüp “Buyursunlar” demiş. Babam içeri girince, “Lütfen Dışarı!” cümlesiyle babamı uğurlamış. Dünya işte!
Babam annemle karşılaşmasını, sonraki gelişmeleri o sıralar Birecik’te olan küçük Halam İsmet’e anlatırmış. Birecik’e dönüşte halam sormuş: “Ne oldu ağabey Naime Hanım’la?” Cevap ama ne cevap! “Sözleştik seneye evleniyoruz.” Gerçekten de 1931 tarihinde evleniyorlar!”
Sevgili Melih Ziya Sezer babası ve oğlu gibi İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi mezunu. Hatta babası Halil Nejat Sezer’in Osmanlıca yazılmış diploması dâhil olmak üzere üç nesile ait gurur tablosunu eczanenin duvarında görebiliyoruz!
Diplomaları incelerken “Üç kuşak olarak İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi mezunu olabilmek gerçekten gurur verici!” diyorum. Sevgiyle, gururla birazda muziplikle ekliyor Melih Bey ““Eczaneye gelenlere, diplomalar hakkında açıklama yaparken: “Bu en üstteki babamın Osmanlıca diploması, Eczacılık Okulu’nu 1925’te bitirmiş, yani o zaman 3 yıl olan okulu 3 yılda ve aynı zamanda konservatuar keman bölümünü bitirmiş; en alttaki oğlumun diploması, oda dört yıllık fakülteyi dört yılda bitirdi; ortadaki diploma benim, uzun okuma rekoru bende!” derim gülüşürüz.”
“Günümüz koşullarında modern bir eczane işletebilirdiniz ama çizginizi hiç bozmadınız...” dediğim an ise “Burası benim cennetim! Ayrıca bu bir beceri meselesi; yarım saat bir saat uğraşıp kazanacağım parayı bir çift ayakkabı satarak kazanabilirdim. Parfümeride saç çıkarıcılar, parfümler satabilirdim. Ama inanmadığım şeyi yapamam. O bakımdan bu çizgide gidiyoruz” diyor!
Nesilden nesile aktarılarak işletilen tarihi mekânlar için vazgeçilmez sorularımdan birini hemen soruyorum “Oğlunuz aile yadigârı bu tarihi mekânı yine aynı şekilde yaşatmak istiyor mu? ” Melih Bey sevgiyle ve gururlar “Oğlum da gelinim de eczacı. Oğlum Marmara Üniversitesi’nde akademisyen çok da başarılı, işini severek yapıyor. Benden sonrası kısmet diyebilirim...”
Zamana direnen birçok usta ile yaptığım içten, duygusal, aydınlık ve huzur verici muhabbetlerde de gördüğüm detayı, Gramofon Baba özelinde paylaşıyorum “Kapalıçarşı’daki küçücük dükkânında gramofonu unutturmamayı dava edinmiş, gramofona, taş plaklara gönülden bağlı olan, büyülü sesin babası Sevgili Mehmet Öztekin, minicik dükkânında yer alan ve yıllara direnen gramofonları için “Bazı zaman konuşurum da gramofonlarımla… Eğer bakış açınız geniş çerçeveli olur ise onların size anlattığı şeyleri anlar duyar hissedersiniz” der.”
“Sizin de hayatınızda şişe ve kavanozların ayrı bir yeri olduğunu okumuştum...” diyorum. Melih Bey "Kesinlikle doğru! Bu ilaçların hepsinin etiketi bana bir şeyler der. 5 yaşından beri bu atmosfer içerisinde yaşıyorum. Hem yaşıyorum, hem onlarla konuşuyorum... Anılar gözümün önünden geçerken tekrar tekrar yaşıyorum; kimi endişelerimi, korkularımı, hüzün ve heyecanlarımı, çocukluğumu, annemi, babamı, ilk gençlik yıllarımı, sonralarını, tanıdığım insanları ve çoğunluğu karşı yakaya geçmiş dostlarımı... Tümü ama tümünü anımsıyor, onlarla konuşuyorum!”
“Bizi tarihin derinliklerine yolculuklara çıkaran renk renk şişeler, dolaplar, kabul tezgâhı, eczacılık aygıtları, onlarca havan yanında ilk defa gördüğüm “Şiddetli zehirler, hafif zehirler dolabı!” diyorum!” Melih Ziya Bey dolabın öyküsünü şöyle anlatıyor “İlaç sektörü sanayileşmeden önce, doktorun yazdığı reçete eczacının laboratuvarında ilaca dönüşürdü! Zehir ilaç yapımında kullanılan malzemelerden biridir. Bu dolapta çeşit çeşit zehir var... Şiddetli zehirler! Hafif zehirler! Zehir dolabımız o dönemlerden! Önceden doktorlar reçete yazar, ilaçlar eczacı tarafından yapılırdı. Hocam Kasım Cemal`in çok güzel bir sözü vardır; “Doktorun hatasını eczacı, eczacının hatasını mezarcı temizler” derdi. Bir maddeyi 5 miligram kullanmak yerine yanlışlıkla 50 miligram yahut 500 miligram kullanırsanız hastanın ölümüne neden olursunuz."
Hemen ekliyorum “Eski eczanelerin kendi laboratuvarı olduğu günümüzde de hala biliniyor. Siz de kendi laboratuvarı olan, hala reçeteye göre ilaç üretimi yapabilen eczacılardan birisiniz.”
Melih Bey “Evet İstanbul’da ilaç üretimi yapan eczaneler parmakla sayılacak kadar az! Eskiden her doktorun bünyeye göre değişen, kendine özgü formülleri vardı. Doktorlar reçete yazarlar, ilaçlar eczanelerde imal edilir, reçete kayıt defterlerine bu formüller kaydedilirdi. Ama günümüzde her şey değişti, hazıra döndü. 1950’lerde iki eczacı, bir kalfa bir çırak, birde ben 5 kişi çalışırdık, yapma ilaç yetiştiremezdik. Artık durum değişti. Şimdilerde tamamen fabrikasyona döndü. Bu durum her meslekte böyle olsa da bir şeyler üretmek bu işin zevkli yanıydı artık yerini sadece ticarete bıraktı. İnsan bir şeyi ürettiği vakit mutlu olur!”
Şehirde her şey katman katman! Binlerce yıllık kültür mozaiğinin üzerinde otururken, şehrimizin birbirinden değerli mücevherlerini bulup keşfedebilmek aylarımızı, yıllarımızı alıyor; gizemli bir kentin derinliklerine açılan her pencereyi istisnasız keşfederken, hikâyelerin âdeta gözümün önünden aktığına ve beni bulduğuna tekrar şahit olduğum anlar!
Cumhuriyet`in kuruluşuna tanıklık eden eşyalardan ve ahşap mobilyalardan oluşan bu tarihi eczane bir asırdan fazladır şifa dağıtmaya devam ediyor... Gerçek bir müze eczane! Sevgili Melih Bey’e hemen soruyorum “Tarihe, eski eşyalara çok düşkünsünüz, eczanenize adeta bir antikacı da diyebiliriz... Bir gece nöbetçisiniz Sevgili Barış Manço geliyor ve sizden kabul tezgâhını istiyor. Sizde “Verirsem babamı gerçek anlamda öldürmüş olurum.” diyorsunuz değil mi?" dediğim an...
“ Türk ilaç ve Eczacılık serüveninin zaman yolculuğunun belgeseli diyebileceğimiz “Yeni - Moda Eczanesi Melih Ziya Sezer Kuruluş: 1902” kitabında yazmıştım “Bugün bu satırları 2014 Ocak ayında yazmaya başladım. 82 yaşındayım. Babam 1943’te vefat ettiğine göre 71 yıldır babasızım. Hala biri “Baba” dediğinde, içlenirim.” Bu açıdan bakarsak babamdan kalanların değeri hiçbir şey ile ölçülemez evet! Ayrıca ben eskilere meraklıyımdır. Eczanede zengin bir eczacılık koleksiyonumuz var; babamdan kalanların yanı sıra eczanesini kapatan eczacıların hediye ettiği objeler, müşterilerimden gelenler, benim topladıklarım...” diyor.
Hemen ekliyorum “Yeni - Moda Eczanesi’ne inanılmaz yakışan orijinal eşyalar sade ama bir o kadar da görkemli ki; her kare, her obje, renk renk şişeler, dolaplar, kabul tezgâhı, eczacılık aygıtları, onlarca havan, eski eczanelere has kokusu ve labaratuvarından yükselen klasik müzik sesi beni tarihin derinliklerine götürüyor! İç dekorasyonu ilk günkü haliyle koruyabilmeniz gerçekten çok etkileyici! Kuşaklar boyunca varoluş hikâyelerini dinlemeye bayılıyorum; böylesi anlarda tarihte okuduğum ilginç hayatlar, hikâyeler gözümün önünden geçiyor ve her seferinde kendimi büyüleyici bir zaman yolculuğunda buluyorum!”
Sevgili Melih Sezer’e “İstanbul Eczacı Odası Başkanlığı döneminizde 1974`teki ilk eczane kapatma eylemi... İkinci eylem ve devamında ağır cezada görülen davanız...” diyorum.
“1972-1978 yılları arasında üç dönem Eczacı Oda Başkanlığı yaptım. 1974 yılında Cumhuriyet tarihinde ilk eczane kapatma eylemini gerçekleştirdik. Kapatma eylemine girmeden önce Yönetim Kurulu’ndan bu hususta her türlü girişim de bulunmaya beni yetkili kılmalarını, herhangi ters bir durumda yedi kişi yerine bir kişinin sorumlu olmasının uygun olacağını söyledim. Arkadaşlar itiraz ettilerse de ikna etmeyi başardım. İlk eylemde isteklerimiz yerine getirilmediği için ikincisini süresiz kapatma olarak yürürlüğe koymak istedik. Ve bu doğrultuda hazırladığımız bildiriyi İstanbul’daki bütün eczanelere dağıttık. İkinci eylem hükümetin isteği üzere sıkıyönetimce durduruldu. Kısa bir zaman sonra Basın Savcılığı’na çağrıldım. Bildirinin altındaki imzanın bana ait olduğunu, yazı muhteviyatına inandığım için imzaladığımı söyledim. Ağır cezada görülen davada, hükümet tezyif ve tahkirden ayrıca halkı isyana(?!) teşvik suçundan dokuz yıl hapis cezası ile yargılandım. Yargıtay davanın yeniden görülmesine hükmetti. Dava yeniden görüldü. Dokuz yıl hapsim istenen bu dava 25 lira para cezasıyla sonuçlandı. Tamamen gönüllü olarak, bütün arkadaşlar, bu altı yıl boyunca hep beraber sevinçli hüzünlü güzel günler geçirmiştik. 1978’de Oda’dan ayrıldıktan sonra, işimize daha çok vakit ayırabildim.”
Aynı zamanda müziğe, edebiyata düşkün bir şair Sevgili Melih Bey! Yeni - Moda Eczanesi bir anlamda Eski Modalıların müzik, edebiyat sohbetleri için uğrak noktası olmuş. Sohbetimiz sırasında dahi gelen dostlar, selam vermeden geçmeyen dostlarla dolu etrafımız... Özlediğimiz sahneler!
Üç Yeşil Zeytin - 1954, Pepe - 1986, Bütün Şiirleri - 2006, Bütün Şiirleri 2013, Geçip Giderken-2019 şiir kitapları olan Sevgili Melih Bey o kadar güzel anlatıyor ki şiiri, edebiyatı, müziği, dostlukları... Soluksuz dinliyorum “Evet yıllar içerisinde çok güzel dostluklarımız oluştu burada... Nöbetçi olduğum geceler, bazen akşam üstleri, bazen sabah saatleri; edebiyatı, şiiri, müziği, Moda’nın eski zamanlarını, memleket vaziyetlerini konuşuruz...” diyor ve ekliyor “İlk şiir kitabım olan Üç Yeşil Zeytin’i çıkarttım. Bu kitap Yenilik Basımevi’nde basıldı. Kitap için konuşmaya giderken Yeni Postane’nin orada Tanju Cılızoğlu’na rastladım. Beraberce Yenilik Basımevi’ne gittik. Basımevinin sahibi Naim Tirali, Fazıl Hüsnü Dağlarca ile sohbet ediyordu. Kitabın kapak yazısı nasıl olmalı derken Fazıl Hüsnü “Üç satır halinde yazın.” dedi. Bir bakıma bu kitabın kapağında Dağlarca’nın hakkı var. O sırada merdivenin başından “ Ne yapıyorsunuz orada bakayım?” diye bir ses duyduk, baktım Sait Faik Abasıyanık... Her adımda güzel anılar biriktirdim...” diyor duygusal bir şekilde Melih Bey...
“1986 yılında ise ikinci Kitabım Pepe’yi yayınladım, 2006’da dostum Tanjı Cılızoğlu Bütün Şiirleri adı altında üçüncü kitabımı yayınladı... İsim babası Tanju bir gün “Yahu son yazdıklarınla şiirlerini yeniden yayınlayalım” dedi. İsmini ne koyalım? “Bundan öncekinin adı zaten Bütün Şiirleri...” diye düşünürken Cahit Kayra “Bütün Şiirleri 2013 koy” dedi. Yani kitabın isim babası oldu. Bu yıl ise Geçip Giderken kitabım yayınlandı.” diyor.
“Son şiir kitabınız “Geçip Giderken” oldukça dokunaklı bir kitap adı olmuş! Sevgili Tanju Cılızoğlu’nun “Duru Yalınlığın Şiiri” başlıklı önsözündeki satırları beni derinden etkilerken hem de yüzüme gururla bir gülümseme yerleştiriyordu “Son kez bütün şiirlerini 2013’te bir kitapta topladı. Konuşamadık ama susarak kabullendik ki ustanın son kitabıdır.Ne güzel aldanmışız. O son kitabı üzerinden beş yıl geçti. Melih Ziya Sezer yazmayı sürdürdü. Yaş ilerledikçe şiirlerindeki daha bir duruluğa vardı. Döne döne okuduğum, yaşama ne zaman tutunmam gerekirse okuduğum kitaplarında olmayan son döneminin şiirleri de bir kitaplık oldu. Bütün şiirlerini topladığı son kitabı literatürün zaptına geçti de sonrasında beş yıldır yazdığı öksüzler dosyalarda kalmışlardı. Bu kitapta bu öksüz şiirler de kendi tarihinin içinde yerini aldı. Yarın Cumhuriyet sonrası Türk şiirini araştıracak, inceleyecek olanların buluşmasına sunuldu.”
“Müzik tutkunuz!” dediğim an ise “Zannediyorum orta ikideydim babamın kemanını alarak gittiğim Halkevi’nde ilk hocam B. Kafavyan oldu. Birkaç ay sonra Bedia Kösemihal daha sonraları Nurettin Şazi Kösemihal ve Zeki Ün’le çalıştım. Daha sonra Eczacı Okulu’na girince kemanı bırakmak zorunda kaldım.”
“Babanızında kemanla buluşmasına kısaca bir değinmek isterim. Dedeniz ilk etapda karşı çıkmış değil mi?”
“Dedem Urfa’daki evlerindeyken bir gün bodrumdan bir keman sesi geldiğini duymuş. İnmiş bakmış babamın elinde bir keman! Kemanı almış “Halil, mıtrıp mı olacaksın?” demiş ve kemanı kırmış. Ancak babam vazgeçmemiş, bir süre sonra yine bodrumdan keman sesi... Dedem bu sefer mani olamayacağını anlamış, hazreti kendi haline bırakmış.” diyerek ekliyor “Babam eczacılık okuduğu süre içerisinde Belediye Konservatuvarı Keman Bölümü’nden de mezun olmuş. 1935`te eczanesini Konya Karaman’a nakledince bir yandan eczanesini çalıştırıp diğer yandan da Karaman Orta Okulu’nda müzik öğretmenliği yapmış. Akşam Gazetesi’nin Birecik’te başladığı muhabirliğini de devam ettirmiş. Urfa’dan kopup geldiği ve beş kardeşinin de geçimini düşünmek zorunda olduğundan İstanbul’a geldiğinde de Şehzadebaşı’nda Milli Sinema’da perde arkasında sessiz sinemaya fon müziği yapmaya devam etmiş...”
Melih Bey’in işine, ailesine, şiire, edebiyata olan tutkusu zaten tartışılmaz ama müzik konuştuğumuz anlarda başka bir enerji alıyordum kendisinden... Laboratuvardan gelen klasik müzik sesinin yanı sıra bizim görüşmemiz sonrası Avrupa Yakası’nda bir konsere yetişecek olması sohbetimize ayrı bir renk katmıştı! Şuana kadar benim yazdığım klasik müzik konserlerinden de konuşunca o heyecanı, aşkı ben dahi hissettim. Zamanımız az olduğundan tekrar kendisinin müzik tutkusuna dönüyoruz...
“1946 ya da 1947 yıllarıydı... Benden üç dört yaş büyük olan Dr. Önder Dai ile aynı apartmanda oturuyorduk. Bir gün beni Kadıköy Halkevi’ne bir piyano resitaline götürdü. İlk defa böyle bir etkinliğe gidiyordum. Piyanist Chopin’in bir parçası çalıyordu, çarpıldım! İşte müzik tutkum o günden beri çoğalarak sürmeye devam ediyor.” Ve gururla ekliyor “İstanbul’a gelip Saray Sineması’nda resitaller veren birçok ünlüyü Kadiköy Halkevi’nde o tarihlerde ücretsiz dinleme mutluluğuna sahiptik. Ayda iki üç resital, konferans programı olan Halkevi’nin müzik kolu, resim atölyesi, korosu, oda orkestrası, satranç kolu, büyük bir spor salonu; üst katta zengin ve düzenli bir kitaplığıyla çalışma salonu vardı. Çoğunlukla talebeler bu sıcak ortamda sükûnet içinde çalışırlardı. Hulusi Öktem’in koro şefliğini, Eşref Antikacı’nın oda orkestrasını çalıştırdığını, Burhan Felek, İbrahim Delideniz, İffet Halim Oruz gibi kişilerin konferans verdiklerini, Şeref Akdik’in resim çalıştırdığını hatırlıyorum.”
Sevgili Melih Bey bunları anlatırken beni yüreğimin derinlerinde ayrıca etkiliyordu. Döneme tanıklık eden dostlarla sohbetlere her zaman bayılır, inanılmaz ilham alırım ama bu konunun benim için ayrı bir önemi var! Halkevlerini ve Köy Enstitüleri’ni gezeceğim, günümüze kadar gelebilen binaları nasıl değerlendirilmiş? Harap bitap düşenlerin son durumları nasıl? Yıkılanların yerlerinde neler var? Tüm bunları görmek, yerel halk ile görüşmek ve yazmak üzerine bir projem var!
Melih Bey ile halkevlerini ayrıca konuşacak olmanın heyecanıyla notlarımı alırken Melih Bey’in şu son cümleleri yüreğimin en derinlerini kanatıyor tabi... “Halkevi kapatıldığında müzik odasındaki kemanlar, çellolar, mandolinler parçalanıp caddeye dökülmüştü ve onlara, yine yollara atılmış kütüphanedeki kıymetli kitaplar eşlik ediyordu.”
Bu acı tablo nasıl yüreğimizi kanatmasın ki! Bırakın kırıp dökmeyi, üstüne bir şey koyabilmeliydik! Üstüne bir şeyler koyamasak da koruyabilseydik, eminim ki şimdiler de çok farklı şeyleri konuşuyor olurduk!
Böylesi özveri, tutku, aşkla tarihe adını yazdırmış mekânların varlığını devam ettirmesini, zamana direnen ustaların korunmasını çok önemsiyorum! Araştırmalarım sonrası tanışıp sohbet ettikçe heyecanla kalemime sarılıyorum... Melih Bey’de yakın tarihimizin derinlerindeki anılarını aktardıkça böylesi bir hayatı taçlandıran ödülleri ve 110.Yıl Sergisi`ni hatırlatıyorum “Zaman geçiyor eczane ve ben birlikte yaşlandıkça ödüllerle bizi onurlandırıyorlar sağolsunlar! Eczacı Dergisi’nin verdiği Altın Havan 2014 Ödülü’nü yılın serbest eczacısı dalında almıştım... 110. Yıl Sergisi ise genç dostum Selçuk Özdil 2011 yılında başlayıp bir yılı aşan zaman diliminde, ara ara çalışarak, eczaneyi fotoğraf karelerine aktardı. Fotoğraflardan bir kısmı Eczane’nin 110. Yılı’nda, 2012 sonunda onbeş gün süreyle Saint- Joseph lisesinde sergilendi.” diyor.
Sevgili Melih Bey`in “Yeni - Moda Eczanesi Melih Ziya Sezer Kuruluş: 1902” kitabında da belirttiği gibi “İşte bu! Yeniden dünyaya gelsem aynı şekilde yaşamak isterim. Pişman olduğum hayıflandığım bir şey yok. O kadar güzel insanlar tanıdım ki hepsinden öğrendim! Kurumların yaşamı insanınkine benzer... Doğumlarıyla başlayan mücadele, başarılar, sevinçler, zorluklar, krizler ve zamanla biriken, biriktikçe zenginleşen bir kültüre dönüşür.”
Melih Bey’in sözleriyle yazımı sonlandırmak isterim “Şanslıyım; Ali Demir hayat arkadaşı olarak Tülfer Aksöyek’i seçti. Sezer ailesine dahil etti. En genç aile üyesi Ali Pamir Sezer 12 Ekim’de ailemize mutluluk getirdi. Bana göre insanın hayatta en önemli iki dayanağı var; İşi ve eşi! Çok şükür bu bakımdan şanslıyım. Mutluluk kaynağım ve eşim Ayşe’ye... Torunum Ali Pamir’i bize armağan eden gelinimiz Tülfer’e ve oğlum Ali Demir Sezer’e teşekkür ediyorum...”
Şuana kadar nöbeti, ayağı tutulduğu için sadece Haziran ayında kaçıran Sevgili Melih Bey`in eşine, ailesine, mesleğine, müziğe, edebiyata olan aşkıyla, tutkusuyla sağlıkla daha nice nöbetler tutması dileğiyle...
Melih Bey’inde her zaman dediği gibi “Ne kadar az ilaç o kadar sağlık!”
Yazardan Not: “Yeni - Moda Eczanesi Melih Ziya Sezer Kuruluş: 1902” kitabı Melih Bey’in elinde bir tane idi. Sohbetimiz sonrasında bu kitabı bana ödünç verdi! Kendisi için bu kadar önemli bir kitabı ilk defa görüp, sohbet ettiği birine emanet edince inanılmaz etkilendim ve duygulandım!
Araştırmalarım ve sohbetimiz sonra kitap ile Melih Bey’in tüm hayatı belgesel tadında gözümün önünden geçerken hatasız aktarma şansını yakalamış olmaktan inanılmaz mutluyum... Güveniniz için çok teşekkür ederim Sevgili Melih Bey!
Yorumlar