Fuat Başar

Hüsn-i Hat-ve Ebrû Üstatı

Mahmud Bedreddin Yazır’ın Kalem Güzeli kitabını, tıp eğitimi yıllarında bir sahaf dükkânında gören, içinde yer alan bir metin ile medeniyetin yazı üzerine kurulduğunu düşünen, sanat aşkını tıp öğrenimine tercih ederek hayatını değiştiren, Hüsn-i Hat ve Ebrû Üstatı, Şair Sevgili Fuat Başar!

Kalem Güzeli kitabının etkisiyle Hüsn-i Hat’a merak sarıp, marangoz kalemiyle yazı meşkine, yine aynı kitapta gördüğü ebrûlardan da etkilenerek Türk Sanatında Ebrû kitabının yazarı Uğur Derman ile iletişime geçen... Osmanlı’nın son devrinde yetişip, eserlerinin büyük bir kısmını Cumhuriyet Dönemi`nde veren Hamid Aytaç’tan mektup yoluyla sülüs ve nesih meşkine başlayan, ayrıca Ebrû Üstatı Mustafa Düzgünman`dan da aynı şekilde Ebrû Sanatının inceliklerini mektup yazarak öğrenmeye çalışan Sevgili Fuat Başar Erzurum’da doğmuş; ilk, orta ve lise tahsilini tamamladıktan sonra yine memleketinde Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi eğitimine devam ederken, içindeki sanat aşkına engel olamayınca staj aşamasında tıp fakültesini bırakmıştır.

Sevgili Fuat Başar’a “Siz tıp fakültesinde okurken Rahmetli Mahmut Bedreddin Yazır’ın Kalem Güzeli kitabında yer alan bir metnin etkisiyle hayatınız değişiyor.” diyorum.
“1976 yılında tabiri caizse Cenâb-ı Hak’ın bizi topun ağzına sürmesiyle maceramız başladı. Dediğiniz gibi Kalem Güzeli kitabında çok güzel yazı örnekleri görmem neticesiyle yazıya çarpıldım. Mesleğimiz tıp olacak, Erzurum Tıp Fakültesi’nde okurken idealim kan hastalıkları uzmanı veya çocuk hekimliği! Fakat kul ne derse desin Allah’ın dediği olur, o böyle nasip ve takdir buyurmuş biz de bu yola döküldük.
Hat’a başladım ama nasıl devam edeceğim! Sadece kamış kalem resmini görmüşüm, Erzurum’da kamış kalem bilen yok. O aralar, derviş olan bir Rasim Baba vardı, sohbetlerimizde “Gençlik zamanlarımda Erzurum Taş Mağazaları’nda bir dükkânı devralan kişi, dükkânı boşaltırken çöpe giden bir bina dolusu kamış kaleminden bahsetmişti.” dedi. Eskiden Erzurum’da yazıp çizenler, ilim-irfan erbabı çok fakat araya dünya savaşları girince maalesef işin çehresi değişmiş.
Kalem Güzeli kitabını heyecanla okumaya başladığımda görüyorum ki arkalarında renkli resimler var, ebrû resimleri! Ama kitabın içinde ebrû’nun yapılışı ile ilgili kısacık malumat yer alıyor. Bu kadar kısa malumattan bu kadar güzel sonuç çıkamaz, bu ebrû neyin nesi! Erzurum’da araştırıyorum, soruyorum “Ebrû sanatını bilen var mı?” En iyi bilenin verdiği cevap “Galiba kırçıllı makara iplerine deniliyor.” El işi işlerken ebrulu makara telini anlıyorlarmış. Ebrû’yu bilen yok. Ertesi yıl bir banka yayınları arasından ebrû ile ilgili bir kitap çıktı. Kitabı üniversite postanesinden aldım. Üniversite bizim eve oldukça uzak, yaya giderken sağımdaki solumdakilere omuz geçirerek, ayakta kitabı okuyup eve vardığımı hatırlıyorum ve kitap bitti! Eve girdim çayımı aldım oturdum, kitabı bir daha okudum ve karar verdim; Ben bu sanatı da öğreneceğim! Ama ustaları kimdir kimden öğrenirim bunları bilmiyorum.
Erzurum’un eski müftüsü Yunus Kaya bana demişti ki “Evladım, Cenâb-ı Hak bir insanı maksadına ulaştırmak isterse önce içine bir merak bırakır.” İşte Kalem Güzeli kitabı, Türk Sanatında Ebru kitabı, banka yayınları arasından ebrû ile ilgili bir kitap, bunların her biri bana yeni ufuklar açtı.”
diyor.

Hemen ekliyorum “Yıl 1977, dönem mektup yazma dönemi! Ebrû Sanatı’na olan ilginiz ve merakınızla Mustafa Düzgünman Hoca’ya mektup yazıyorsunuz, İstanbul’a! Ve ebrû çalışmalarına başlıyorsunuz. Mustafa Düzgünman mektubunuza ne cevap verdi, tepkisi ne oldu acaba?”
“Başladık ama Uğur Derman Hoca yazdığı mektupta diyor ki “Mustafa Düzgünman mektup yazmakla uğraşmaz, mektuplara cevap verme âdeti yoktur.” Ben gene de yazdım! Bu arada kendi kendime de uğraşmaya devam ediyorum. İçime büyük bir sevinç veriyor, çünkü görmediğim bilmediğim, Türkiye’de neredeyse bilinmeyen bir sanat! Ve Mustafa Düzgünman yazdığım mektuba cevap verdi! Bana ilk tavsiyeleri ise “Bu iş hocasız olmaz, gördüğün problemlerin giderilme yolları da bunlardır.” diyerek açıklıyordu. Sıkıntılarım oluyor hocam o sıkıntıların çözümünü yazıyor... Gidermeye çalışıyorum gene olmuyor! Meğer öğrenmenin temeli usta çırak ilişkisi! Kitaptan okumakla ilim-tahsil olmuyor, hele sanat tahsili kesinlikle mümkün değil! Şeyh Hamdullah’a soruyorlar “Bu sanatı nasıl elde ettiniz?” diye. “Kulağım hocanın söylediği sözlerde, gözüm kaleminin ucunda, gönlüm hocanın gönlüne rapt edilmiş halde öğrendim!” diyor. İşte sanat, ilim böyle öğrenilir!"

Mustafa Düzgünman’ın çıkma ebrûlarını kendisine nasıl gönderdiğini ve bunları özenle nasıl sakladığını hatırlatıyorum “Evet bana kendi kullandığı boyaları, çıkma ebrûlarını paket yaparak göndermişti. O zaman da nasıl üzülmüştüm. Beğenmediği ebrûlarını paket yapmış! Halen saklarım onları! İçlerinde kendisinin kullandığı boyalar şu anda bile duruyor. En işe yaramaz dediğim boyalar çalışıyor! İşte ben sanata da bilim gözüyle bakarım, bu iş bilime dayalı değilse olmaz! Bilim, sanat hepsi mutlak suretle bir ölçüye dayandırılmış olmalı!”

Klasik Sanatlarımızdan Hüsn-i Hat ve Ebrû Üstatı, Şair Sevgili Fuat Başar ile böylesi derin bir sohbet imkânı bulmuşken heyecanla sormaya devam ediyorum. “Aynı dönemlerde hem Osmanlı’yı hem Cumhuriyet’i yaşamış olan Hattat Hamid Aytaç ile de mektuplaşarak hocadan hat dersi almaya başlıyorsunuz değil mi?”
“Erzurum’dan yazı sevdası düşmüş kafama... O zamanlar bildiğim bir Hamid Aytaç başkasını tanımıyorum. Hocamın yaşı da var, göçüp giderse on beş asırlık bir sanat kaybolup gidecek. Milletin ve tarihin karşısında resmen tarihi bir sorumluluğun beni beklediğini hissettim! Aynı şey ebrû için de geçerli bir Mustafa Düzgünman’ı biliyorum o zaman. Düzgünman’ın annesinin dayısı Hattat Necmeddin Okyay Hoca rahmetli olmuş. Yıl 1976, ben bu sanatları öğrenmeliyim dedim! Ve ondan sonra macera başladı! Fakülteyi bırakınca arkadaşlarım çok kızdılar! "Etme eyleme, gel devam et!" Devam et de bu sanatları öğrenemeden hocalar göçüp giderse, kimden öğreneceğim bu sanatlarımızı!”
Kendi çabalarıyla yaptığı denemelerden istediği sonucu alamayan Fuat Hoca sanat aşkını tıp öğrenimine tercih ederek, önemli hocalarından feyz alabilmek için 1980’de İstanbul`a yerleşiyor. İlk işi Merhum Hattat Hamid Aytaç`tan yazı meşkini tamamlamak oluyor ve 1980 senesinin 10 Eylül`ünde Hamid Aytaç Hoca`dan hat icâzeti alıyor. İcâzet almasına rağmen vefatına kadar hocasının dizinin dibinden de ayrılmıyor. Öğrenci kabul etmeyen büyük Ebrû Ustası Mustafa Düzgünman’dan ise 1989`da biri Osmanlı Türkçesi olmak üzere üç ebrû icâzeti alıyor.

Hattat ve Ebrû Sanatçısı olarak sanat hayatını Küçük Ayasofya’daki atölyesinde sürdürmekte olan Sevgili Fuat Başar’a “Hamid Aytaç ve Mustafa Düzgünman’ın talebesi olma fırsatını buluyorsunuz. Onların talebesi olarak icâzet alabiliyorsunuz. Osmanlı’nın son hocası Hamid Aytaç’dan emaneti devralabilmek! Şüphesiz ki tümü çok kıymetli! Bu eşsiz durumları sizden dinleyebilir miyim?” diyorum.

“İcâzet, İslam Sanatları’nda azıcık bir kalfalık seviyesine gelmiştir gözüyle bakılarak verilmiş aziz bir hatıradır. Hele hele Hamid Bey’den icâzet almış olmak Osmanlı’nın son hocasından emaneti devralmak anlamında kıymetli bir şeydir! İcâzet malum izin verme anlamında, yazdıklarının altına imzasını koyabilir. Ama kinaye anlamında da şu söyleniyor “Sakın adam oldun zannetme kendini daha çıraksın ve bu çıraklık ömür boyu sürecek. İnsan 100 yıllık sanat içre olmuş olsa da kıdemli bir çırak olarak kalmaya mahkûmdur.”

Ve ekliyor Sevgili Fuat Başar “Dünya hayatı nasihattır. Bizlere nâfiz olan nasihat lazım. Nasihatı verenin sözünün nâfiz olması için de dediklerini yaşamış olması lazım. “Göz göze bakacak... Gönül gönüle bakacak... Eli göreceksin... Kamışı göreceksin, sanat erbabının sanatına müşahit olacaksın! Görmeksizin, işitmeksizin, ruhunda-gönlünde-kalbinde hissetmeksizin bir şeyi öğrenmek mümkün değil. Öbür türlüsü ezber olur!”

Sevgili Fuat Başar Mustafa Düzgünman’ın derslerini anlatırken ise “Mustafa Düzgünman’a teknedeki hadiseleri soruyorum, hoca anlatıyor, dediklerini yapıyorum ama demek ki başka faktörlerde var, gene olmuyor! Bu işin bana öğretmediği bir duası var herhalde diyorum! Alparslan Babaoğlu ile devam ediyoruz. Bize “Yavaş yavaş tekne açın” dedi. Alparslan dedim “Bunun bir duası var, ne yapıp edelim hocadan duasını öğrenelim.” Üç ay kadar fırsat olmadı soramadık. Bir gün “Yarın erken gelin tekne açacağım.” dedi. Ertesi gün geldik önce kitreyi mıncıklarken bir diş sarımsak çıktı, bu sarımsak nereden çıkmıştı anlamadık! Onu ezip leğenden atarken öyle özenle kaldırdı attı ki dedim herhalde sarımsakta bir numara var. Sonra ben de sarımsağı denedim ama hoca bir diş katmış ben iki diş kattım, valla kokusundan başka bir faydası olmadı. Baktım Hoca tekne açıyor; sulandırdı ayarını yaptı, başladı serpiştirmeye. Alparslan’ı dürttüm “Bak Hoca ebrû duasını okuyor, hemen soralım.” dedim. “Hocam ebrû duasını bize de öğretin.” Konuşması bazen de Karagöz’ü andıran Mustafa Düzgünman “Ne ebrû duası ya!” “Hocam valla biz yapıyoruz olmuyor, siz şimdi tekneyi açtınız, boyaları serperken dua okuyorsunuz, bu ebrû duasını bize de öğretin.” dedim. Kahkaha ile güldü “Azizim ebrû duası yok, ben gelmiş geçmiş ebrûcuların ruhuna üç İhlas ve bir Fatiha Suresi okuyorum. Bunun kendine ait bir duası yok.” dedi. Anlıyoruz ki bu işin esas sırrı ayarlarında imiş!"

Fuat Başar kendine has üslubuyla, enerji ve neşe dolu anlatmaya devam ederken hem eğleniyor hem bu sürükleyici anlılardan kendimi alamıyordum. Hocam devam ediyor “Ebrû’nun mekanizmasını tam aydınlatmayı kafama koymuştum. Türk Sanatında Ebrû Kitabında Uğur Derman, Rahmetli Oktay Sinanoğlu’ndan bahsediyor. Oktay Bey ve Uğur Bey birlikte Mustafa Düzgünman’a gidiyorlar... Oktay Bey “Bu tam benim saham, ilmi açıdan bunu ele almak lazım!” demiş. Daha o zamanlar da Oktay Sinanoğlu’nun dünyanın yedi ayrı ülkesinde kürsüsü var. Oktay Bey Türkiye’ye gelene kadar bunu araştırmış olmalıyız! Kendi kendime ilmi modeller kurdum. Gayet düzgün çalışıyor. O ara benim öğrencilerimden Çiğdem, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde okuyor “Hocam ben ebrûnun fizikokimyasını çalışıp tez konusu yapmak istiyorum. Yardım eder misiniz?” dedi. Tabii dedim! Prof. Durul Eren vardı. Öyle kafa dengi biri ki! Oturup modeller üzerinde çalışıyoruz. Peki tez danışmanı kim Oktay Sinanoğlu Yıldız Teknik Üniversitesi’ne gelmiş!”

“Oktay Bey ile tanışmamız da çok gariptir Karababa Tekkesi diye bir yer. Karababa dedikleri zât aslen Ermeni imiş, Müslüman olmuş. Tekke ve zâviyelerin kapatılması kanunu yayınlandıktan sonra kapatılmayan tek tekke orası imiş. Oktay Bey ile bir kucaklaşmamız var sanki 40 yıldır görmediğim birisi... Görmemişim özlemişim... Hocanın da bana hoş tatlı bir bakışı var! Çalışmaları kotardık ben tekne başına geçtim ve irkildim, ulaşılan sonuçlardan dolayı ürktüm. Nasıl bir şeyle uğraştığımın farkına vardım, tekneyi kapattım! Ben bu işlere layık değilim, yaptığım işler herhalde bir lütuf eseri olarak çıkıyor diye düşündüm. Ama millet de ebrû istiyor, ebrû lazım! Milletin baskısına dayanamayıp geçtim tekne başına. Yani millet bastırmasa ben utancımdan tekne başına geçemeyecektim. Bunu böyle, ruhen çok iyi yaşadığımı biliyorum.”

“Diyeceğim odur ki bir kitaptan okuduğumuz bir paragraflık bilgi nelere yol açtı. O bilgiler demek özendirici, güzel olumlu bir şeymiş ki böyle olumlu tecelli etti. Odur budur şimdi herkese söylüyorum; Sözünüz ya ayet, ya hadis, ya dua olsun. Birbirinize öyle hitap edin ki en ağır sözünüz gülden ağır olmasın!”

“O zamanlar Mustafa Düzgünman’a ulaşmanız sizin için hayal gibi gözükse de topladığınız kitrelerin Mustafa Düzgünman’a nasip olması da ilâhî bir planın parçası gibi değil mi?” diyorum.
“Ebrû’da kullanılan temel malzeme kitre’dir. Geven dediğimiz dikenli bir bitkinin yapışkanlığı az olan zamkıdır! Palandöken eteklerinde, bizim evin yukarılarında geven çokça vardı. Kendi usulümce çıkarıp topluyorum. Kitre üretimi nasıl bir şey, kafamdan geliştiriyorum, netice de veriyor, dur ben bunu bir çizeyim notumu alayım! Nasıl toplandığını geleceğe bırakmak için siyah ebrû kâğıdının arkasına notlarımı yazıp çizimi de yapmıştım. Çizimlerim halen durur! Aradan yıllar geçti Allah rahmet eylesin Prof. Dr. Turhan Baytop Hoca, çok değerli bir bilim adamı halen yeri doldurulamıyor. Botanik ile ilgili bir kitabında aynı tarif ettiğim usulü tarif ediyor, şaşırdım! Aklın yolu bir derler ya hakikaten doğru...
Kitreleri topla topla seviniyorum Mustafa Düzgünman’dan ebrûyu öğrendikten sonra bunlarla tekne açarım diye düşünüyorum. Bir sefer hocaya biraz götürdüm “Hocam zamanında ben kendim toplamıştım, bakın netice nasıl” dedim. Hoca aldı tekne coşuyor! “ E azizim kitrem bitti.” Götüre götüre bende de bitti ve bir tek gramını kullanamadım, hepsi Mustafa Düzgünman’a nasip oldu!

Benim için o zamanlar Mustafa Düzgünman’a ulaşmam hayal olsa da topladığım kitrelerin hepsinin Mustafa Düzgünman’a nasip olması! Kime hizmet ediyormuşum yıllar sonra anlaşıldı. Ben onlarla hiç tekne açamadım. Netice çok iyi olmalı ki arada bana “Azizim Erzurum’a gidiş var mı?” dediğinde anlıyordum ki kitresi bitmiş. “Hocam kitre var hiç merak etmeyin getiririm, siz yeter ki güzel güzel yapın.” derdim.

Benim elimde o dönemlerden kalan bir avuç kitre var ve en kirli tarafı. Onunla bile halen tekne açamadım! Kim kimin için çalışıyor yıllar sonra anlaşıldı! Demek ki Düzgünman için çalışıyormuşum.”

Sevgili Fuat Başar her zaman ki bilge haliyle, kendine has üslubuyla sürükleyici bir şekilde anlatmaya devam ederken “Allah bazen hayatımızı bir takım insanlar gönderir. Bunlar ilâhî bir planın parçasıdır aslında, biz bunu anlamayız bilmeyiz. Ama onlar mutlaka bir görevle gelirler; ya bize bir şey öğretmek için, ya bizi bir yola sokmak için, ya yoldan çıkarmak için, ya da hayatımıza yeni insanları sokmak için değil mi? Siz de “Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri ve Hacı Kamil Efendi isminde Küçük Ayasofya Zâviyesi’nde bulunan bir şeyhin manevi himmetleri ve görevlendirmeleri dolayısıyla bu atölyedeyim.” diyorsunuz?”

“Samatya’da oturuyoruz bizim ev yol geçen hanına dönmüş. Sabah 09:15’den itibaren gelen kapıyı çalıyor, giden kapıyı çalıyor. Bizim Avukat Osman’a “Osman buralardan uzak bir yer bul, insanların pek de uğramadığı, müstakil bir yer olsun orda oturup çalışayım.” dedim. Osman ara tara Küçük Ayasofya’da buranın arka sokağında bulmuş. Gidelim bakalım dedik. Gittik Allah rahmet eylesin İhsan Yenge vardı. Erzurumlu imiş meğer. İhsan Yenge dedi ki “88 yaşlarında bir annem var, işiniz gürültülü ise kiraya veremem.” Hemen “İhsan Yenge yazı yazarken ne kadar gürültü çıkar ise o kadar gürültüm olur.” dedim ve tuttuk. Tabiri caizse annem makamında gördüm kendisini. Sonra baktık burası küçük geliyor tuvalet yok, su yok. Ebrû çalışılacak, suya dayalı şeyler! İhsan Yenge “Çıkamazsın seni bir yere bırakmam” dedi. Kira sormadı, arttıralım demedi. Geldik orayı bulduk işte. İlk üç ay oturacak sandalye yok, cama asılacak perde bile yok. Valla nasıl oldu ise üç ay sonra her şey birden belirmeye başladı. Çok yıllar sonra herhalde oraya gelişimizde bir vazife icabı idi. Şimdi Hacı Kamil Efendi dediğiniz zât Ayasofya Medresesi’nin çay ocağında çalışıyordu. Onun tam karşısı da Azîz Mahmûd Hüdâyi Hazretleri’nin Çilehânesi. Tabiri caizse bizi buraya mıhladılar gidemiyoruz. İnsan kendi irademle yaptım zannediyor ama hayır! Manevi filmler dönüyor insan farkına varmadan yaşıyor bunları... İlâhî bir planın parçası!”

“Kamil Efendi dediğimiz zât meşâyihten birisi. Elmalılı Hamdi Efendi’nin kardeşi olan Rahmetli Mahmut Bedreddin Yazır tasavvufu bir neşe ile yazdığı Kalem Güzeli kitabında, Küçük Ayasofya Camii Zâviyesi’nde Hacı Kamil Efendi isminde bir zât’a hizmet ettiğini yazıyor. 90 yaşlarında gözleri zayıf gören bir zât, ayağı zâviyenin eşiğine takılıp düşmesin diye bir kuru üzüm sandığı koymuş; Hafif yükseltici bir şey olsun da rahatça inip çıkabilsin diye. Kamil Efendi ayağını atarken ayağı üzüm sandığına takılıyor soruyor;
“Oğul bu ne...”
“Efendi Hazretleri üzüm sandığı, takılıp düşmeyesiniz” diye...
“Evlat bunun üstünde yazı var mı?” diyor.
“Efendi yazı var ama Bulgarca yazı”
“Çabuk bu sandığı ayağımın altından kaldır. Evlâdım! İnsanın Müslümanı, gâvuru olur ama yazının Müslümanı ve gâvuru yoktur. Meramını o yazı ile de anlatabilirsin. Ayağımın altına öyle bir karpuz kabuğu koymuşsun ki hiçbir günahım olmasa da kıyamete kadar bu yazıyı çiğnemenin günahı bana yeter.” diyor.

Ne ulvi düşünce! Bu satırları okuduktan sonra medeniyetin yazı üzerine kurulduğunu düşünüp tıp fakültesinden okurken kararımı verdim ve hayatım değişti!” diyor.

“Hüsn-i Hat ve Ebrû sanatları yanında şair yönünüz biraz gizemli sanki... Bu kadar sanat arasında şair yönünüzü pek tanımadık. Şiirin hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz?”
“Yıl 1976 Erzurum! Erzurum’da kültür ocağı gibi kullandığımız bir kıraathane vardı, Rahmetli Meddah Behçet Mahir oraya devamlı gelirdi. Erzurum Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde müstahdemlik yapar ama geçim sıkıntısı çektiği için çorap da satar, hayatını kazanırdı. Çorabı satarken çorap sattığını ima eden bir cümle kullanmazdı. “Velhasıl alan kazanır!” derdi. Altında çok muazzam şey yatar “Nasihat alan kazanır!”

“Rahmetli Hacı Selahattin isminde bir zât kültürü son derece geniş, Erzurum civarında siyâkat yazısını bilen tek adam! Çapkınlığı ile şöhret bulmuş bir adam! Başında fötr şapka, burnu normalden biraz irice... Rahmetli Behçet Mahir’in oturduğu masanın önünden geçerken; Behçet Mahir, Hacı Selahattin Efendi`nin yüzüne baktı ve iki mısra anında patlattı “Patlıcan burunlu, tencere başlı, seni kızılcığa katar içerim.” dedi. Adama baktım adamın burnu patlıcana benziyor, fötr şapka tencereye benziyor; anında nasıl oldu da bu benzetmeyi yaptı. Bunda bir iş var dedim! O ana kadar ne hece, vezni, ne mısra bunları kavram olarak da bilmiyorum.
Hiç şiire bulaşmadığım halde, anında iki mısra geldi bana. O ara Erzurum`da kesme şeker sıkıntısı yaşanıyor, onu da ima ederek gayriihtiyari şunu söylemişim. “Piyasada beyaz şeker bulunmaz Mahir’i çayıma katar içerim.” demişim. Benden ilk mısralar böyle çıkmıştır. Bunun ardından karşılıklı hicivli atışmalarımız da başlamış oldu. Daha sonra bağrının yanık oluşu, biraz fakir oluşundan dolayı Behçet Mahir’e bir yakınlık duydum, iç dünyasına girdim. Âşıklık ve meddahlık geleneğinin son halkalarından birisi idi Behçet Mahir! Âşık Reyhanî’yi o yetiştirmişti. Halk sanatkârı ve son Meddah Behçet Mahir’in bilgilerinden istifade ederek Erzurum Üniversitesi birçok kitap yayınladı! Bildiğim kadarıyla otuz altı kitap yayınlandı. Okuma yazma bilmediği hâlde Köroğlu hikâyelerinin on bir kolunu ezbere ve şiirleriyle bilirdi. Bana sözün gücünü anlatmıştır!

Yıllarca görüşmelerimiz devam etti. Bir gün “Oğul benim zamanım yaklaşıyor. Devriyeyi sana vereyim gideyim.” dedi. Devriye de bilinen muammaların, onların cevabı olan şiirlerin ezberlenmesi ve bununla beraber birde manevi yönden el almaktır. Onun yanında yetiştik, çok istifademiz oldu ama ya izin! İzinsiz olmuyor. Ölmeden önce de devriyeleri verdi. Bizim şiire başlayışımız öyle oldu. Tabii o arada Erzurum civarında âşıklarla atışmalar, Behçet Mahir ile karşılıklı hicivli atışmalarımız devam etti. 1987 yılında vefat ettiğinde meddahlık da bitti. Behçet Mahir türünün son örneğiydi! Rahmetli oluşundan sonra nedense şiir çok yazamadım. Bütün yazdıklarım 1976 ile 1990 yılları arası idi. Sonraları verimli olamadım!"

“Hayatınızın değişmesini sağlayan Kalem Güzeli Kitabı iki ciltlik nefis bir anlatımı olan, ilham veren bir kitap diye biliyorum. Bu kitaba bir kitapçıda rastladınız ve okumak için Emirgan Çay Bahçesi’ne gittiniz. Kalem Güzeli kitabını ilk okuduğunuz anları, hayatınızda daha sonraları önemli rol oynayacak iki zât ile aynı çay bahçesinde karşılaşmanızı, yazının ve şiirin içine düştüğünüz o özel günü sizden dinleyebilir miyiz?”

“Evet bir kitapçıda iki ciltlik Kalem Güzeli kitabını buldum, hayatımın akışı değişti! Sayfalarına bakarken Neyzen Emin Efendi’nin sülüs bir şaheseri ile karşılaştım. O çizgilere bakarak kendimden geçtim. Yarım saat boyunca kitabı ayakta inceledim. Emirgan Çay Bahçesi diye bir çay bahçesi, kitapçı ile arasında 50m var yok. Kitabı aldım ve oraya gittim. Cumhuriyet Caddesi’ne bakan vitrinin önündeki masaya oturdum, kitabı okuyorum. Arkada, sağ tarafta biri tek başına oturuyor. Biraz sonra sakallı uzun boylu, giyim kuşamı sebebi ile gördüğünüzde "Herhalde zamanın kutbu budur." diyebileceğiniz bir zât girdi içeriye. Kitabı okuyorum ama kulağım ister istemez onlara kayıyor. Sonra gelen zât bir masaya oturdu. Arka sağımda oturan ona laf attı... “Ben Allah’ı arar idim, buldum ise ne oldu.” Bir an afalladım bu adam ne söylüyor oldum. Bu nasıl bir söz! Sanki böyle inanca aykırı gibi. Bana ters geldi. Meğer Yunus Emre’den şiir okuyormuş gerisini dinlememişim. Şiir yoluyla öbür misafire sataşmak için bunu söylüyor. Bunlar daldılar bir sohbete. Ben o gün yazının içine, şiirin içine düştüm!

Büyük konuşmuşum; Şiir okumaktan da yazmaktan da hoşlanmıyordum aslında. Yok divan şiiri yok halk şiiriymiş. Düzgün cümle kurmak varken heceye sok, yok aruz`a sok hoşlanmıyorum! Sen misin hoşlanmayan! Yazıya karar verdiğim gün tanımıyorum ama Ömer Faruk Kızıloğlu içeri girdi. Arkada sağımda oturan ise Ali Karaavcı o da felsefeciymiş. Cumhuriyet Tarihi’nin Erzurum’daki en iyi felsefecisi Ali Karaavcı. Kitabı okumaya devam ederken hayatımda daha sonraları önemli rol oynayacak bu iki zât ile aynı bahçede oturmakta olduğumuzu fark ettim. Ali Karaavcı ve Ömer Faruk Kızıloğlu aralarında bir tasavvuf konusunu konuşuyorlardı. İkisi de Erzurum’un seçkin şahsiyetleriydi. O zamana kadar kendileri ile hiç muhabbet kurmamışım. Ben açmışım Kalem Güzeli’ni okuyorum. Çok etkilendim ve sonra onları da hiç bırakmadım. Benim oraya gidişim bir içgüdü ile öylesine. Dışardan böyle gözüküyor ama! Yani planlayan kurgulayan biz değiliz, yapıp yakıştıran O! Tabiri caizse ilâhî bir kurgunun içine düşmüşüz. Evet, ne olduysa 1976 senesinde oldu. O gün bugün sanatın içindeyim ve şiirle beraberim!”

Sevgili Fuat Başar`ın çocukluk, gençlik anılarına değindiğimiz anlardan çıkamıyorum ve hemen “Erzurum çocukluk yıllarınız! Adaşınız Fuat İğdebeli resim hocanız... Hocanız Hindistan’da çocuk resimleri yarışmasına Sokak Fotoğrafçısı resminizi göndermiş ve birincilik kazanmışsınız. Bunu da yıllar sonra duymuşsunuz. Bu hikâyeyi sizden duyabilir miyiz, o resminizi bulabildiniz mi?

“Çocukluğumu şöyle anlatayım; Gazi Ahmet Muhtar Paşa ortaokulundayım. Ortaokulda resim dersleri var. Büyük ressam, hemşerimiz, adaşım Rahmetli Fuat İğdebeli resim hocam. Derslerde karakalem resmi yapıyoruz. Resmimin iyi olduğunu, resme kabiliyetim olduğunu halen kabullenmesem de el resimleri çizerdim. Sonraki yıllar bir arkadaşımdan duyduğum; Sokak fotoğrafçısı resmi çizmişim ve bu resmim birinciliği kazanmış. Resmi hiç hatırlamıyorum, ben de merak ediyorum! Hatırladığım marangozların kullandığı ucu kalın kalemim ile çalışmıştım. Yazıyı denediğim kalemdir, halen saklıyorum masamda durur!

Rahmetli Hocam Hindistan’da çocuk resimleri yarışmasına "Öğrencim" diyerek Sokak Fotoğrafçısı resmim ile iştirak etmiş ve birincilik kazanmış. Ben bunu uzun yıllar sonra duyuyorum. Hocamla İstanbul Lale Festivali’nde karşılaştık. 1960’ların hocası hiç değişmemiş, saçları bile kırlaşmamış, sarmaş dolaş olduk, yüzüme tatlı tatlı baktı “Hiç değişmemişsin” dedi. O anı hiç unutamıyorum! Sokak Fotoğrafçısı resmim de hocamda imiş. Çocukluk hatıralarım ama hocam rahmetli olunca resimler nerede bilemiyorum.”

"Bilim’e karşı ilgiliniz olduğu gençlik yıllarınızda, Türkiye’de ilk fen lisesi açılma projesi kapsamında Erzurum Lisesi deneme fen lisesi oluyor ve siz imtihanla giriyorsunuz?"
“Evet Türkiye’de fen liseleri açılma projesi vardı. Erzurum Lisesi’ni deneme fen lise olarak açtılar ve imtihanlara girdik, sıra arkadaşım ve ben birincilikle kazandık. O yıllar bilime karşı muazzam bir arzu belirdi bende. Lise yıllarından sonra karar vermişim atom fizikçisi olacağım. O konuda çalışmalar-araştırmalar yaptım, bir takım yerlerde çatlaklıklar olduğunu gördüm, formüller çıkardım.

Ama sonra manevi himmetler, görevlendirmeler dolayısıyla farkına varmadan bu sanatlar içinde buldum kendimi. Sanat bırakmak isterseniz bıraktırmıyor, ulaşmak istiyorsanız ömrü vermeden de ulaşmak mümkün değil! Eskilerin sözüdür “Sen ilme veya sanata küllü`nü vermezsen, ilim veya sanat sana cüz`ünü vermez.”

Ve ekliyor Sevgili Fuat Başar "İmkânlarımızı iyilik doğrultusunda seçmek önemlidir! İrade burada devreye girer. Kişinin samimiyeti, ihdası doğrultusunda kapılar açılmaya başlar. Her açılan kapı binlerce kapıya yeniden açılır. Kişi bakar ki ilim, irfan, sanatta açılan kapılar sonsuzluğa açılır. Ve kişi kendine döner bakar "Ben halen çırağım" der. Tabii bu kadim kültürün ahlakını inancını hazmetmiş insanların tevazu örneği ile."

Sevgili Fuat Başar her zamanki bilge haliyle hemen yanımda oturuyor ve sürükleyici bir şekilde anlatıyordu. İnsanı aydınlatan, kitap gibi okuduğum cümleler! Her biri tamamen bize ait bizim kültür ve ruh dünyamızı yansıtan, anahtar kelimelerle bütüne gidebildiğim, tek paragraflık kitaplar âdeta!

Sevgili Fuat Başar “Sanatkârlar hayatları boyunca en mükemmel sanatlarını icra etmek için çaba harcayıp dururlar, bir sonraki yaptığını daha güzel yapmak için gayret ederler. Hiçbirini beğenmeyerek bu da olmadı, bu da olmadı diye çalışmalarını sürdürürler. Hadis-i Şerif “İki günü eşit olan zarardadır.” der. Her gün daha ileri, daha ileri... Yeni basamakları tırman deniliyor buna! Bunun için de çok çalışmak lazım ve daimi çırak olarak kalmak! Mustafa Düzgünman hep derdi “Evladım bu işte ustalık yok hepimiz çırağız, eskilerin çırağıyız, usta olan ebrû teknesidir! İki günü birbirine eşit geçen kişi ziyandadır! Her gün ilerlemek zorundasın... Her gün elindeki birikiminin üzerine bir şey koymak zorundasın! Durmak eşittir ziyandır, durmak yok! Bunları bize hep sanat öğretiyor...”

Hemen ekliyor “Bu sanatlarla uğraşırken en büyük kazancım şu oldu; Özellikle tekne başı tefekkür için, düşünebilmek için çok iyi bir saha. Diğer bütün sanatları, bilimi, evrenin oluşumunu, insanın psikolojisini her şeyi tekneden öğrendim. Tasavvufa dair yüzlerce kitap karıştırdım ama o teknenin bana öğrettiğinin özetinde gelip birleşiyor hepsi. Erzurum’da yaşlılara ne var, ne yok, işi ne yaptın gibi bir şeyler sorulduğunda öyle güzel söylüyorlardı ki “Kurban, edip eyleyen Allah arada bizim neyimiz var!” tasavvufun özeti işte bu! İnsan hangi bilim, din, sanat ile uğraşırsa uğraşsın tasavvuf ve görünenin ötesi ile yüzleşmeye mecbur kalır!”

"Mustafa Düzgünman, Hamid Aytaç gibi üstatlardan icâzet alabilmiş biri olarak bu eşsiz beraberliklerden ve sizin aylarca yaptığınız çalışmalarından yola çıkarak “Sanatta bir öğretici insana yılları kazandırıyor.” diyorsunuz değil mi?" diyorum.
“Evet hem o, hem de ebrû teknesinde bir cümlelik, kesine yakın bir bilgiye ulaşmak için altı ayı verdiğimi bilirim. Teknede çalışırken bir hadisenin farkına varıyorum, oradan bir hüküm çıkartılıyor, ama o hüküm o an için mi doğru? Her seferinde yaklaşık aynı neticeleri verecek mi? Onu doğrulamak için yaklaşık altı ay çalışıldığını bilirim. Altı ay uğraş uğraş... Bunu öğrencime söylediğimde, öğrencime altı ay kazandırıyorum. İlim-irfan böyle çıkar, hocalık bu yüzden mukaddestir... Çıraklarına zaman kazandırdığı için! Bu hazır bilgiyi eğitimlerimde aynen böyle söylediğim, not alın dediğim halde dinlemeyenleri gördüğüm an eğitimi bırakırım. Bir şey öğretmek için layık olan kişileri bulmak zorundayız! Bilgi paylaşıldıkça çoğalır, böyle bir şey yok! Bilgi çoğalır ama bu bilgiyi zararına kullanacaklara da veriyorsun! Bilgi ancak ehlîne verilir.”

Sevgili Fuat Başar’ın hayatı, her bir anısı birbirinden eşsiz ve derya deniz! Hocam hemen ekliyor. “Rahmetli Mustafa Düzgünman 12 Eylül 1997 rahmetli oldu. Tabii üzüntü büyük... Kendimi biraz tekneye verdim. Düzgünman’ın hatırasını yaşatabilmek için bunda gül yapılır mı? Mustafa Düzgünman’a sormuştum;
“Hocam gül yaptınız mı?”

“Evladım ben de denedim, Necmeddin Dayım da denedi. Katmerini, tomurcuğunu veremiyoruz.”
“Yani katmer niye verilemez dedim! İşte bilimsel açıdan bakınca bir şeyler kafam da beliriyor, bir model kurdum! Atılan boyalar önceki boyaları mutlaka bozuyor, şeklini-pozisyonunu... Peki boyalar iç içe konduğunda bozulmuş şekli güle benzesin! Oturdum parça kâğıtlara ha yaklaştım ha yaklaştım... Yalnız Necmeddin Hoca`nın yaşadığı şeyi ben de yaşadım. Konuyu hiç bilmeyen birine göstereyim dedim... Yaptıklarımı Ressam Turan Sevgili’ye götürdüm. Turan Abi bir ressam gözüyle bakıyor. Gül’e yaklaştım mı? “Ha gayret ha gayret...”dedi. 12 Ekim gül aşağı yukarı tamam... Sonraki günlerde Ali Toy’un galerisinde bir sergi, Ali Toy demişti ki “Kumlu bir zemin üzerine bir gül yap, gülü aşağı doğru bakar vaziyette” Gülü yaptım, kırmızı mürekkeple Lafza-i Nebi yazdım.

Ali Toy bunu sergiye koymuş. Uğur Derman da geldi. Herkesin olmuş demesinin yanı sıra Uğur Derman ne diyecek diye merak ediyorum! Baktım benim ebrûnun başında konuşuyorlar “Uğur Abi nasıl olmuş bu gül” dedim. Tam “Fotoğrafik değerde!” içime bir su serpildi. Ama hiçbir zaman ukalalık etmedim, gülü tarih boyunca ilk ben yaptım iddiası hiçbir zaman taşımadım. Sebebi de ecdadımıza güveniyorum onlar gülü mutlaka yapmışlardır! Aradan yıllar geçti Prof. Dr. Muhittin Serin’in bir kitabında Şeyh Hamdullah’ın bir kıtası ve kıtanın etrafında ebrû... Bir dikkat ettim beyaz bir yer, bakarım ki gül silueti sadece kullandıkları kırmızı uçmuş! İddia sahibi olmak akıllıca bir şey değildir.”

Sevgili Fuat Başar’ın söyleşilerinde dinlediğim ve Bilgi Teknolojileri - Siber Risk Yönetimi konusunda çalışıyor olmam nedeniyle de ayrıca dikkatimi çeken şu kısmı hatırlatıyorum, “Osmanlı ebrû sanatını hayatın içine öyle güzel getirmiş ki istihbaratta şifrelemede kullanılmış.” diyorsunuz.
“Ebrû’nun en büyük özelliği asla taklit edilememesidir. Osmanlı’da çok önemli yazışmalar ebrû üzerine yazılırmış, sonra iki veya dörde bölünürmüş. Bir ebrûnun üzerine belgeyi yazdığınızı, ayrı ayrı dört kişiye verdiğinizi düşünün. Onun karşı tarafın eline geçip taklit edilme imkânı sıfır. Çünkü zemin ebrûsu bir bütünün parçası olduğu için yan yana getirildiğinde eğer eşleşmiyorsa o işte bir sahtekârlık vardır... Kriptoloji algoritması ele geçirilirse taklit edilmesi mümkün ama ebrû böyle değil! Ecdatımız tabiî bir gözle, birazda kalbine doğan ruhani bir ilham ile birçok şeyi bir bakışta keşfetmiş. Bütün İslam Sanatları kaynağının İslamiyet’in Müslümanlara verdiği o tatlı telkinlerle onun üzerine kuruyor. Yazımız, mimarimiz her biri birer şaheser!" diyor.

Sevgili Fuat Başar’ın bir sohbetinde öğrencileri anlatıyordu “Gece başlar sabaha kadar sohbet edilir, hocam ebrû gösterecek; bir tane atar, fırçayı koyar. Seninle sohbet eder... Beklersin iki saat sonra bir tane nokta atar. Hiç mi bozulmaz o tekne! Normalde tekne sesinden, tozdan bozulur... Hocanın enerjisi başka bir şey! Üç dört saat sonra bir lale yapar ama o arada seni derin bilgisiyle nasıl doyurur, yok böyle bir şey!”
Sanata adanmış koca bir ömrü Sevgili Fuat Başar’dan dinlerken; Derin bilgisi, tecrübesi ve yılların birikimiyle dakikalar, saatler nasıl geçti ben de anlayamadım. Bilim, ilim, irfan, kültür, sanat, insani değerler, dini bilgilerle dolu derin sohbetine doyamadım! Hocaların hocası böylesi değerlerimizle tanışmak, sohbet edebilmiş olmak beni de inanılmaz mutlu ediyor, kalemimi ve ruhumu besliyor!
Sevgili Fuat Başar yaşamına neler sığdırmamış ki... Her anısı, her çalışması, her sergisi birbirinden değerli, dolu dolu bir yaşam! Her yazımda belirttiğim gibi sanatla bezenen yaşamlar hep ama hep daha güzel değil midir? Kitapla, sanatla, kültürle, müzikle bezenen yaşamları seviyorum! Sanat aşığı, üretken, etrafına ışık saçan, pozitif enerjileriyle bana enerji katan bu eşsiz, güzel insanların arasında olmak ve aldığım enerjiyi, ilhamı kalemime yansıtabilmek benim vazgeçilmezim!

Zamanda yolculuklar yapabileceğimiz daha nice sergilerinizde, sohbetlerde görüşmek üzere Sevgili Fuat Başar.

Dünya çapında birçok Hüsn-i Hat ve Ebrû ustası yetiştirmiş, çok sayıda kişisel ve karma sergiye de iştirak etmiş olan Sevgili Fuat Başar, 2019 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri`nde Cumhurbaşkanlığı Geleneksel Sanatlar Ödülüne; Hüsn-i Hat ve Ebrû sanatlarının yeni nesillere aktarılması, sevdirilmesi ve öğretilmesindeki üstün gayret ve çabaları dolayısıyla hak kazanmıştır. Amerika, Japonya, Malezya, Almanya ve diğer birçok ülkede ebrû sanatı tanıtımında bulunan hocamız yine uluslararası birçok sanat faaliyetine katılmış, eserleri dünyanın birçok müzesinde, yurt içi ve dışındaki koleksiyonerlerde bulunmaktadır. Yıldız Teknik Üniversitesinde Ebrû fizikokimyası konusunda çalışmalarda bulunan, ebrû konusunda birçok makalesi ve Fuat Başar & Yavuz Tiryaki ortaklığıyla yayınlanmış kitabı vardır. Birçok televizyon ve radyo programına katılan, belgesellere konu olan, çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları yayınlanan Sevgili Fuat Başar, birçok kitabın hazırlanmasına da katkıda bulunmuştur.

Yazar’dan Not: Yazılarımın kahramanları arasında iletişim kurmayı, dostlukların pekişmesini, yeni dostluklar kazanabilmeyi ve tüm bu güzellikleri kaleme almayı ayrıca seviyorum! Yazılarımda geçişler yaparak kahramanlarımın sohbetlerine, dostluklarına şahit oluyorum! Bu ilişkileri hayatın normal seyrinde fark etmeden kurmaya başlamış olmam nasıl mutluluk verici! İş ve aile yoğunluğum nedeniyle kitap çalışmalarıma zaman ayıramamış olsam da seçeceğim yirmi, yirmi beş yazımı kurgularla bağlayıp kitap çıkarma isteğim hep var! Gerçek hayatta yazılarım arasında bu kurguların kendiliğinden oluşması, kitap çalışmalarımın paralelde olgunlaşması büyüleyici!

Bu söyleşimde de gördüm ki diğer yazılarım ve kahramanları arasındaki kurgu örülmeye devam ediyordu. Hocaların hocasını yazma şansına sahip biri olarak kurgularda hiç zorluk çekmediğimi görüyorum.

Sevgili Fuat Başar’dan icâzet almış olan Muhammet Emin Başar ve Gürkan Pehlivan’a gerek fotoğraflar, gerekse sohbetimize eşlik ettikleri için ayrıca teşekkür ederim. Sevgili Emin aynı zaman da iş yerinden arkadaşım:)

Yorumlar