Anılarımızdaki Bab-ı Âli!

İstanbul-Cağaloğlu

1960’lı yıllarda çocuk olanlara, gençliğe adım atanlara Bab-ı Âli anılarınız nedir desem?
Yaz tatillerinde matbaa işinde, gazetelerde çalışanlarınız var mı desem?

Film tadında ki Bab-ı Âli anılarımız senelere ve yaşımıza göre değişse de tarihimizin bu anlamlı kelimesi, büyüsünü korumaya devam ediyor! 60’lı yıllarda yaşayanların hafızalarında güzel anılar bıraktı Bab-ı Âli! Gençlerin ise büyük bir çoğunluğunun bu hatıralardan, anılardan habersiz olması ne acı! Bab-ı Âli dönemlerini yakalayamamış olsam da 80’lerin sonlarında lisedeyken her gidişimde acaba ünlü gazeteciler, yazarlar, şairlerle karşılaşabilir miyim diye heyecan duyardım. Kitapevlerini gezip kitapları inceledikçe keyif alırdım. Günümüzde ise Bab-ı Âli’ye adım attığım an hatıralarımda yer alan birbirinden ünlü kitapevlerini, yayıncıları arıyor gözlerim! Ama ne bu heyecanı duymak, nede ünlü kitap evlerini görebilmek mümkün! Daha çok nasıl bir kargaşa içerisindeyim, nasıl tarihi değerlere bu kadar kıyılmış diye düşünüp, içimin acıdığını, canımın yandığını hissediyorum!

Sn. Fahri Aral’ın güzel hatıraları, eşsiz tanışıklıkları ve yaşanmışlıklarına dayalı Bab-ı Âli gezimize devam edersek; Kitapevleri, matbaalar, yayınevleri… Semt esnafı, ünlü lokantaları… Hiçbir şey ama hiçbir şey aynı değil! Hatta defalarca değişmiş! Adım adım Bab-ı Âli’yi gezip sayfalarca yazmamak mümkün değil… Duygularımı, düşüncelerimi içeren bir yazıyı hedeflerken ‘Bab-ı Âli Ruhu Sanırım İçimizde Yaşıyor!’ başlıklı yazımın devamı niteliğindeki bu yazımı yazıyorum… Üçüncü dördüncü daha birçok yazı yazabilirim! Ama burada özellikle tarihi değerleri, mekanları ve içimi parçalayan durumlarını yazmak istiyorum.

Tan Gazetesi ile başlayalım; 40’lı yıllarda Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Halil Lütfü Dördüncü ile çıkardıkları Tan Gazetesi ve matbaasının bulunduğu Halil Lütfü Dördüncü Hanı! 3 Aralık 1945’teki olaylar sonucunda tahrip edilen bina! Yokuşun Başı: Demokrasi Mücadelesinde Tan Gazetesi (1935-1945) Sergisi, işte tam bu noktada! Cağaloğlu yokuşunun başında, yıkılan Tan Matbaası’nın yerine inşa edilen Halil Lütfü Dördüncü İşhanı’nda açılmıştı. Serginin açık olduğu döneme denk gelip, tarihin tozlu sayfalarından çıkan gazeteleri, dokümanları, kitapları görüp inceleme şansını yakalayabildim! Tan Evi adını alan orta avlulu bodrum katı, bundan böyle hem basın yayın tarihimiz, hem de Cağaloğlu/Sirkeci semt tarihlerine odaklanan Tarih Vakfı etkinliklerine ev sahipliği yapacak.

Ebussud Caddesi’nin köşesi ise bir zamanların ünlü Meserret Oteli! Otelin altındaki Meserret Kahvesi Orhan Kemal, Haldun Taner, Lütfü Erişçi, Ömer Faruk Toprak ve Fikret Otyam gibi edebiyatçıların buluşma yeriymiş. Ünlü Cemal Nadir Sokağı’ndan devam edince Akşam Gazetesi, İstanbul Sendikalar Birliği’nin Binası, Dünya Gazetesi, Birikim Dergisi’nin ilk baskılarının yapıldığı Reyo Matbaası… Sevginin, dostluğun, kadim bilgilerin paylaşıldığı, derinliği olan birbirinden özel yaşanmışlıklarla dolu birçok bina! Ama tarihi dokusunu kesinlikle kaybetmiş, yorgun düşmüş, harap olmuş binalar! Cemal Nadir Sokak tabelasının hemen çaprazında ise gözlerime inanamadığım, inanmak istemediğim bir manzara ile karşılaştım! Tarihi bir yapı üzerinde gece kondu! Anlaşılamadı değil mi bu cümlem! Birde şöyle söyliyeyim; Üzerine gece kondu yapılan bir tarihi bina! Ne denebilir ki? İnanılır gibi değil! Kelimelerimin burada tükendiğini hissediyorum! Hep söylerim tarihi binaların sanat için, kültür için kullanılması bu mistik, bu otantik yapıların ihtişamını daha bir gözler önüne serer ve beni inanılmaz etkiler. Ancak Bab-ı Âli’de bunu görmek mümkün değil! Daha çok harabe görmek veya olmayan binaları, mekanları hayal etmek mümkün! Bab-ı Âli Osmanlı döneminde devlet yönetiminin merkezi olmuş bir semt! Buna rağmen durumu içler acısı!

Vilayet Han’ına doğru ilerlerken Fahri Bey avukat büroları ve hamal kahvelerinin bulunduğu bölgeyi gösterdi. Reşat Ekrem Koçu’nun belirttiğine göre, Niğdeli hamalların buluşma yeri olan bu kahveler ay sonuna doğru Bab-ı Âli emekçilerinin uğrak yeri olurmuş. Bu Niğdeli hamalların bir bölümü ise ilerleyen yıllarda Cağaloğlu’nun itibarlı kağıt tüccarları olmuşlar.60’lı yıllarda yolunuz Cağaloğlu’na düşenlerden iseniz bir fıçı içinde trafiği idare eden trafik polisini hatırlar mısınız? Gazeteciler Cemiyet Binası’nın bulunduğu dört yolun tam ortasında! Özellikle sabahları gazete sahiplerine, tanınmış yazarlara, muhabirlere zarif hareketleriyle yerlere kadar eğilerek yol veren, selamlayan trafik polisini! Bu sahnede Türk filmi tadında gözümde canlanan sahnelerdendir!

Nallı Mescid/ Bab-ı Âli Camii veya bir diğer adıyla Vilayet Cami ise İstanbul Valiliği’nin hemen yanında yer alıyor. Bu iki tarihi bina aynı zamanda meşhur Bab-ı Âli yokuşunun hemen yanında! Cağaloğlu yokuşundan çıkarken dönüp dönüp baktığım, Bab-ı Âli ruhunu yakalamak istediğim çok özel köşelerden! Ama gelin görün ki bu ruhu yakalamak ne mümkün! Marmaray Sirkeci İstasyonu’nun girişi tüm bu güzellikleri, ruhu alıp götürmüş!

Marmaray çıkışı bu kadar büyük ve göze batan bir şekilde mi olmalıydı? Metro’ya inişi gösteren bir "M" ile metro girişi verilemez miydi? En azından bu kadarı yapılamaz mıydı?Gerçekten anlamak mümkün değil! Nasıl göz göre göre bu eşsiz tarihi binaların ihtişamını öldürüyoruz! Geç kalınmış sayılmaz! Bence metro’nun Sirkeci girişi yıkılmalı... Görselliği bozmayacak şekilde metroyu gösteren "M" harfi ile bu görüntü kirliliği giderilmeli!

Osmanlı Devleti’nin son yıllarındaki yönetim merkezi olan Bab-ı Âli’nin en önemli binası ise Vilayet Binası!
Nice tarihi olayın meydana geldiği, dünden bugüne kadar uzanan siyasal olayların, miting ve gösterilerin başladığı veya noktalandığı yer!
1913’ün soğuk bir kış gününde İttihad ve Terakki’nin Kırmızı Konağı’ndan beyaz bir at üzerinde, şatafatlı kortej eşliğinde Sadaret Dairesine gelen ve Bab-ı Âli baskınını gerçekleştiren Enver Paşa! Vilayet binasında günümüzde de görebileceğiniz demir parmaklıklı duvara çıkarak halkı coşturan hatip Ömer Naci! Gürültüyü duyup Heyet-i Vükela toplantısından çıktığında Yakup Cemil tarafından vurulan Nazım Paşa! Sadrazamlıktan çekildiğini imzalayan Kamil Paşa! Bu sahne gözümün önünden gitmeyen en önemli film sahnemdir! Şuan dahi bunları hissederek yazıyorum… Sanki gerçek bir film içindeyim! Fahri Bey anlattıkça filmimdeki eksik parçalar tamamlanıyor, ben beyaz atı ile yokuştan aşağı inen Enver Paşa ve kortejine kendimi iyice kaptırıyorum!

20-30 yıl sonra ise Hatay Mitingleri, Tan Matbaası’nı yakmak üzere Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘ Kalkın Ey Ehli Vatan’ çağrısına uyarak gösteri yapanlar! 68’de 6.Filo’yu ve arkadaşlarının ölümünü protesto etmek üzere Vilayet önünde oturan, sonrada gözaltına alınan öğrenciler! 15-16 Haziran 1970’de Bayrampaşa’dan Topkapı’dan yürüyüp, Vilayetin önüne kadar gelen işçiler! 90’lı yıllarda öldürülen gazeteci arkadaşları için Vilayetin önünde fotoğraf makinalarını yere koyup protestoda bulunan gazeteciler! Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden bir gün sonra yağmur altında eski Sadaret Dairesinin önünden geçen on binler!

Bunca sokağın içinde en çok sevdiğim ise Büyük Postane’nin bulunduğu sokak! Ama günün erken saatinde, hatta dükkanlar, mağazalar açılmamışken! Bu dinginlik ve Postane’nin ihtişamı sizi tüm kargaşalardan alıp götürüyor adeta! Sirkeci’nin kargaşası içerisindesin ama bir o kadar da uzak! Hatta kendimi yurtdışında gibi hissettiğim nadir sokaklardan… Ne kadar acı bir cümle kurdum değil mi? Oysaki bizim tarihi değerlerimiz, binalarımız eşsiz… Ama çarpık kentleşme, sağdan soldan çıkan tabelalar, reklam panoları, teller, direkler…Muhteşem tarihi binalarımızın ihtişamını maalesef yok ediyor! Sadece bir binaya odaklandığınızda onun eşsizliğini görebiliyorsunuz… Bütünde bunu görmek, fark etmek çok zor! Ve mağazalar açılıp, hareketlilik başladığı anda Büyük Postane’nin, sokağın da büyüsü gidiyor! Hele birde yollara atılan kahve masaları, farklı yönlerden gelen müzik sesleri büyüden eser bırakmıyor!

Büyük Postane’nin kapısında sağ çapraza baktığım an ise tarifsiz acılar içerisinde kalmama neden olan eşsiz bir tarihi bina! İstanbul’daki Art Nouveau üsluplu sayılı eserlerden olan Vlora Han tabela kirliliği ve bakımsızlığına rağmen mimarisindeki zarafetiyle fark ediliyor!
Floral desenleriyle öne çıkan han, gül tomurcukları, birbirine dolanmış çiçek süslemelerinin işçiliğindeki inceliklerle kendine hayran bırakıyor! Büyük Postane’nin olduğu meydana bakan cumbalı bir ana cepheye sahip Vlora Han! Yan cephelerinde balkon bulunmaz iken demir işçiliğinin örneklerini görebileceğiniz zarif korkuluklar yer almış! Vlora Han’ı Pera ve Galata’daki Art Nouveau binalardan ayıran en büyük özellik ise detaylarında alışılmışın çok daha ötesinde bir özen, incelik barındırması!

Vlora Han eskiden Bağdat otelmiş. Tekrar otel olması gündemde imiş! Umarım en kısa sürede olur! Böylesi eşsiz bir tarihi eserin harap olmasındansa otel olmasını tüm kalbimle isterim gerçekten! Birde tarihe, sanat, kültüre saygı duyan mal sahibi olur ise içimiz biraz daha rahat olur! Ama gelin görün ki şuan nasıl yorgun, nasıl harap… Yıllardır acı çekmiş ve acı çekmeye devam edermiş gibi karışımızda bize bakıyor!

Ve Kırmızı Köşk! Bab-ı Âli’ye veda edecek tarihi değerlerden bir diğeri!
Kullanılan ahşabın rengi nedeniyle Kırmızı Köşk veya Pembe Köşk olarak bilinen, sıra dışı bir geçmişe sahip olan Cağaloğlu’nun sembol binalarından! İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez binası olarak kullanılmış! Bab-ı Âli’de kalan ve en son gazete olan Cumhuriyet Gazetesine yıllarca ev sahipliği yapmış! Tarihi değeri çok büyük olan Kırmızı Köşk! 1971’den beri atıl durumda kalan bu paha biçilemez yapıya dışarıdan heyecanla, merakla bakarken sürgülü pencereler, kırık dökük camlar, uçup giden pervazlar... Osmanlı inceliğini, zarefetini halen görebileceğiniz ama yılların yüküne dayanamayıp çürümüş, yer yer çökmüş tavanlar!Tarihin karşı konulamaz cazibesine rağmen içeri girmek ise maalesef mümkün değil. Hararetli siyasete yön veren, önemli kararların alındığı bu köşk, bir zamanlar bambaşka bir görünümde idi! Bu yaşanmışlıklarla dolu köşke giremesem de tarihin kokusunu, ruhunu hissederek ayrılıyorum!

Kırmızı Köşk de uzun süredir otel olmayı bekliyor desem sizleri şaşırtmış olur muyum? İkinci dereceden tarihî eser olan bu bina 2012 senesinde İpekyol Kuyumculuk’a satılır. İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet Gazetesi`ne yıllarca ev sahipliği yapan bu köşk müze otel olacak! Projenin sahibi olan İpek Kuyumculuk`un Yönetim Kurulu Başkanı Sn. İbrahim Kaygısız, arşivleri araştırıp, Köşk’ün tarihi dokusunu bozmadan, özel konseptli bir otel olarak inşa etmeyi planladıklarını belirtiyor. Binayı tüm anılarıyla yaşatmak için İngiliz, Fransız ve Osmanlı arşivlerini araştırmaya başlayacaklarınıda ifade ediyor… Binaya ait bilgi, belge, eşyası olanlara da paylaşmaları için çağrı yapıyor. Kaygısız, “Binanın aynısını yapacağım. Bir galeride de eski anıları toplayacağım. Bu arada hafta sonları yazarlar ve gazetecileri konuk ederek Bab-ı âli toplantıları, sohbetleri düzenleyeceğim. Gençler de gelsin, üstatlarla oturup sohbet etsinler. Hayalimiz geniş. ” diyor...
İkinci sınıf tarihî bina olan Kırmızı Köşk bugün bir müze veya bir kültür evine dönüştürülemiyor ama umarım İbrahim Bey’in bahsettikleri gerçekleşecek. Tarihi değeri büyük olan bu köşk’ün, değer bilenlerin, tarihe saygı duyanların elinde olması içimize bir nebzede olsa su serpiyor. Bu köşk Müze Otel olacak! Ama özünde Bab-ı Âli bir tarihi değerini turistik emeller uğruna otelleşme furyasına kaptırmış olacak.

Son durağımız ise Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi!
Müzeye girdiğiniz an sizi 1870 yılına ait taşbaskı ile prova tezgahı karşılar… Basın teknolojisinin evrimini inceleyebileceğiniz, sizi alıp geçmişin derinliklerine götüren düz baskı makinesi, prova tezgahları, teleksler, telefotolar, radiofoto, daktiloları heyecanla ve soluksuz incelemeye devam edersiniz… Üst katlara çıktıkça birbirinden özel ama bir o kadar da iç burkan, insanın canını acıtan odalar! Kapısında ‘Öldürülen Gazeteciler’ yazan oda ciddi anlamda içimi acıtıyor… Uzun yıllardır öldürülen gazetecilerin kocaman fotoğraflarının duvarlarda asılı olduğu bir oda bu! Kimi gazetecinin ölüm haberini aldığımda nasıl şok yaşadığımı, üzüldüğümü hatırlıyorum. Kimileri ise daha eski yıllara dayandığı için ölüm haberlerini almamış olsam da okuduklarımızla içimizi parçalanmıştı! Bir birinden ünlü birçok gazeteci, büyük değerler! Ülkemiz için nasıl büyük kayıplar!

Odalar arasında gezmeye devam ettikçe, basın tarihi’nden örneklerin sergilendiği oda da dönemin çeşitli gravürlerine ve tarihçesine bakılarak yapılan maket matbaa, örnekler ile birlikte sergilenmektedir. Basın tarihinin ilk basamaklarını anlatan belgeler ve gazeteler…
Meclisin açılışı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu… Latin harflerine geçiş ve günümüze kadar ki gelişmelerle ilgili dokümanları diğer odalarda görmeniz mümkün! Müze katında ayrıca Türk basın hayatında iz bırakan kişilerin yağlıboya portrelerini görebilirsiniz! Sanat Galerisi ise altı ayrı sergi salonundan oluşuyor. Değişik sanatçıların resim, seramik, heykel, gravür, tezhip, minyatür, hat, ebru gibi eserleri sergilenmektedir. Anı eşyaları bölümünde Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Cihad Baban, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Sedat Simavi, Ahmet Emin Yalman, Burhan Felek gibi Türk Basın Hayatına emeği geçmiş ve iz bırakmış kişilerin eşyaları sergilenmektedir.

Öldürülen veya vefat eden gazetecilerin özel eşyalarının, özel dokümanlarının, çalışma masalarının olduğu eşi benzeri olmayan odalar ise beni başka diyarlara götürüyor! Bu özel eşyalara, özel dokümanlara bu kadar yakın olmak.Yaşanmışlıklarla dolu bu oda da bazı masaların önüne gelip incelemeye başladığımda derin bir acı hissetmemek mümkün değil! Hele ki Abdi İpekçinin çalışma masasının tam ortasında öldürülmesi anında kurşun darbesiyle ortadan kırılan kalemi! Kelimelerin tükendiği nokta!

Kısıtlı imkanlarla ayakta tutulmaya çalışılan Türkiye’nin tek Basın Müzesi! Müzecilik açısından taşıdığı üstünlüklerin yanı sıra... Kültür sanat etkinlikleri, konferans ve panellerde düzenleniyor müzede! 3. kat’da 100 kişilik Nezih Demirkent Konferans olsa da zaman zaman etkinliklerde kullanılmak üzere Öldürülen Gazeteciler odasının bulunduğu katta plastik sandalyelerin yer aldığı ayrı bir mekan gördüm. Türkiye’nin aydınlarının toplanıp konuştuğu konferanslar verdiği bu salondaki sandalyelerin plastik olması!!! Bilindik konferans salonlarından çok uzaklarda olması ayrı bir yaraladı beni! Etkinlik olduğunda bu sandalyeleri koyuyorlarmış ama yine de çok acı!

Tüm imkansızlıklara rağmen dört kattan oluşan Basın Müzesi; Bir kültür ve sanat merkezi olarak Sultanahmet’e tursitlik anlamda büyük değer katıyor! Hatta Sutanahmet ve çevresine değer katmakla kalmıyor İstanbul’un, Türkiye’nin en önemli değerlerinden biri olduğunu gösteriyor bizlere!

Yazardan Not1:
Sn.Fahri Aral’ın ‘Geçmişten Günümüze Adım Adım Bab-ı Âli’ gezisi için hazırlamış olduğu doküman ve anlatımlarından faydalanılmıştır. Yazardan Not2:
Konuşurken, yazarken büyüsünü korumasına karşın, yitip giden ama isminin yadigar kaldığı bir semt Bab-ı Âli!
`Bab-ı Âli ruhu sanırım içimizde yaşıyor!` duygu ve düşüncesinden yola çıkarak kaleme aldığım `Bab-ı Âli Ruhu...` başlıklı yazımdan devamını okuyabilirsiniz.

Yorumlar