Bab-ı Âli Ruhu...

İstanbul-Cağaloğlu

Osmanlı döneminde devlet yönetiminin merkezi olmuş! Bir buçuk asra yaklaşan mazisiyle Türk düşünce ve yayın hayatının odağı olan! Çemberlitaş Divanyolu’ndan başlayıp, Cağaloğlu üzerinden Sirkeci’ye kadar uzanan sokakları, caddeleri… İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet Gazetesi`ne yıllarca ev sahipliği yapan Kırmızı Köşk’ü…Semtin konaklarında yaşayan bürokratları… Gazete idarehanelerinde, matbaalarında çalışan, boyunlarındaki fotoğraf makinalarıyla koşuşan gazetecileri… Meşhur şairleri, yazarları, çizerleri… Seçkin şahsiyetleri… Sarık ve kalemiyle meyhanede oturanları… Her zaman ceplerinde okunacak şiir bulunanları… Semti arşınlayanları… Fıçı içinde trafiği idare eden trafik polisi… Semt esnafı… Matbaaları, kitapevleri, yayınevleri… Sabahları vapurdan inip yokuşu tırmanan, iş dönüşü vapura yetişen emekçileriyle… Konuşurken, yazarken büyüsünü korumasına karşın, yitip giden ama isminin yadigar kaldığı bir semt Bab-ı Âli!

‘Bab-ı Âli artık yok, ama ruhu yaşıyor!’
Bir Bab-ı Âli emekçisi olan Sn. Orhan Koloğlu’nun yaptığı bu tanımlama bugün halen geçerli mi acaba ne dersiniz? Gerçekten Bab-ı Âli öldü ama ruhu yaşıyor mu? Bu soruya cevap bulabilmek için ‘Geçmiş’den Günümüzü Adım Adım Bab-ı Âli’ gezisi bana biçilmiş kaftan idi adeta! Bab-ı Âli’yi kendi başıma gezerken detayları kaçırdığımı, aralarda tek tük de olsa bazı değerlerin kaldığını umut ediyordum. İçim acıyarak itiraf etmeliyim ki beklentim çok yüksek değil idi! Bab-ı Âli’nin son yıllarını 60’lardan itibaren yaşayan araştırmacı Sn. Fahri Aral ile gezimiz başladığında, tarihi sahneler bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu.
Anlatılan olayları, binaları ve kişileri hayal edip, gözümde canlandırarak Bab-ı Âli ruhunu yakalamaya çalıştığım bir gezi! Sn. Fahri Aral gibi bende bu ruhun korunamadığına, belki de korunmak istenmediğine inananlardanım!Üstelik bu ruhu yaşatmak için ufukta görünen hiçbir çaba yok… Mevcudu korumak bir yana, turistlik emeller uğruna her geçen gün eriyip biten yayıncılar, kitapevleri! Osmanlı’dan miras kalan Bab-ı Âli’nin korunması için bir tedbir olmadığı gibi, kanuni düzenleme zaten yok! Tarihi kimliğinden sıyrılarak iyice yalnızlaşan Bab-ı Âli!

Fahri Bey ‘80’lerin ortalarına kadar Bab-ı Âli ruhu farklı biçimlere bürünerek yaşadı sonrasında ise her şey ortadan kayboldu, hatta bıçak gibi kesildi.’ diyor. 80’lerden sonra yayıncılık camiasından birçok kurum, Bab-ı Âli’yi terk etmek zorunda kalmış. Son temsilciler ise ikitelli de plaza hayatına geçmişler. Benim gördüğüm, hissettiğim ise kültür ve irfan dünyamızı besleyecek bir sokak, sokağı geçelim tek bir kalıntı dahi kalmamış Bab-ı Âli de! Her şey koparılıp atılmış adeta! En azından bir sokak korunabilseymiş! Kültür sokağımız olabilseymiş! Sadece tarihi bir bina değil, bu ruhu yansıtan sokaklar kalmalıydı aslında! Değerlerimizi bu kadar hunharca harcamamalıydık!
Adım Adım Bab-ı Âli gezimizde başlıca rehberimiz İstanbul Ansiklopedisi! O dönemlere ait birçok kaynak olsa da bunların arasından sıyrılarak farklılığını kanıtlayan! Bab-ı Âli’yi adım adım tüm ayrıntısı ve hoş üslubuyla anlatan Reşat Ekrem Koçu’nun o eşsiz İstanbul Ansiklopedisi! Ve diğer rehberimiz 60’lardan itibaren Bab-ı Âli’yi yaşayan Sn. Fahri Aral! Ben gezinin ilk dakikaları itibariyle görmüş oldum ki Bab-ı Âli’nin ruhu da ölmüş! Bırakın 40’lı 50’li yılları, neredeyse 90’lı yılların izleri silinmiş! Tarihi binalar, çeşmeler, sanat kültür bağlantılı bu yapılar niye baki kalamıyor? Yıllar sonrayı bırakalım, bir sonraki gidişimizde dahi neleri kaybetmiş olacağız? Bunu bilememenin düşüncesi bile korkutuyor insanı!

Küçük tatlar niye bırakılmaz ki? Tıpkı Hürriyet Gazetesine yıllarca ev sahipliği yapan binanın kapı girişinde yer alan, adeta son 40-50 yıllık Bab-ı Âli’nin simgesi olmuş kabartmanın(Bröve) sökülmesi! Kabartmanın duvardan sökülmesi bile bir dönemin noktalandığını gösteriyor. Kabartmayı ilk olarak kim söktü bilmemekle birlikte şuan bir halı şirketi var bu binada! Şirket sahipleri bu kabartmayı korusaydı, binayı sıradanlıktan öteye taşımış olmazlar mıydı? Tarihi dokusu, yaşanmışlıkları olan bir binada çalışmak, orada müşteri olarak bile bulunmak beni ve birçok kimseyi mutlu ederdi. Şimdi benim için sıradan bir işletme! Hatta yüzlerce insan gibi fark etmeden önünden geçtiğim bir bina! Kabartma yerli yerinde olsaydı fotoğraf çekmek için bile ilgi çekmez miydi bu işletme!

Başka bir küçük tat ise Cemal Nadir Sokağı’ndan koparılmış atılmış! Eskiden sokağın tabelasında Cemal Nadir’in meşhur ‘Amcabey’ çizgi karakteri varmış. Tabela değiştirildiği zaman bu atılmış. Cemal Nadir Sokak tabelasında yer alan ‘Amcabey’ karakteri halen duruyor olsaydı ne kaybederdik? Küçük tatları bırakmak bu kadar mı zor!

Gezinin bir de göremediğimiz ama dinledikçe hayal etmeye çalıştığımız kısmı vardı! Sirkeci’den başlayarak sağ kaldırımdan adımlayıp Vilayet Binası’na doğru ilerlediğimizde; sağ tarafta 60’lı yılların sonuna kadar var olan iki katlı ‘İstanbul Lokantası’ bulunurmuş. Öncesinde ise Ahmet Rasim’in çok sevdiği Steinberg birahanesi varmış. Buralarda sağlı sollu olarak birçok içkili lokantanın, ayakçı meyhanesinin bulunma nedeni ise akşama doğru aşağı inmeye başlayan gazetecilerin, Bab-ı Âli çalışanlarının eve gitmeden önce bir tek atacakları son durak olmasıymış. Dönemin lokantaları, birahaneleri, köftecileri… Ünlü bahçeli Sirkeci lokantaları… Rıfat Ilgaz, Attila Tokatlı, Selahattin Hilav gibi değerlerin öğle rakılarını yudumladıkları ünlü Selahattin Lokantası! Yine bu sırada 60’lı yıllarda kara sevdaya tutulmuş, yanık sesiyle sürekli türkü söyleyen gazete bayii Ordu’lu Sait’i unutmadan geçmedi Fahri Bey…
Yıllardır Bab-ı Âli yokuşu dendiğinde gözümün önünden geçen kısa bir film şeridi vardır; Sabahları vapurdan inip huzurlu, dingin bir şekilde yokuştan çıkan… Akşamları ise vapura gitmeden önce yokuştan aşağı inen, inerken lokantalara giren yazarları, şairleri, Bab-ı Âli emekçilerini, bu ünlü yokuşu büyük bir bilgelikle yürüyen insanları hayal ettim hep! Çok değil daha 20-30 yıl önce sabahları Kadiköy vapurundan inip yokuşu çıkanların, akşam vapura yetişme telaşları hep varmış. Bu film şeridi geziden sonra dahi değişmedi! Faruk Bey anlattıkça bunu hissetmeye devam ettim. Aklımdan, gönlümden hiç çıkmayacak bu sahneler! Yazarken dahi bu anları hissediyorum… Parmaklarımın hızına yetişemiyorum! Bu başka bir şey... Farklı bir ilham veriyor insana! Ben Bab-ı Âli demeye, bu anlatılanları zihnimde canlandırmaya devam edip, Bab-ı Âli ruhunu içimde yaşatacağım!

Yazarların, çizerlerin zaman geçirdiği tarihi, kültür değeri yüksek olan bir sokak Bab-ı Âli’de kalabilseymiş; Günümüz yazarlarının da bolca vakit geçirebileceği, okurlarıyla daha samimi, daha candan, daha hissederek yapılan söyleşiler, görüşmeler olurdu eminim!Gerek iş, gerekse yaşamlarımızdaki yoğunluklardan kaçmak, ruhumuzu tam anlamıyla beslemek, dinlendirmek için nasıl güzel bir kaçamak olurmuş! İşe gidip gelirken Bab-ı Âli yokuşunu bilgelikle inip çıkan kişileri ve bugün bizlerin yığınlar halinde servislere gidip trafiğe girdiğimiz anları düşünüyorum da… Nasıl iki ayrı uç nokta! Düşünebiliyor musunuz bu anlatılanların %30’u Bab-ı Âli’de olsaydı ruhumuzu besleyen, bizi bu kargaşalardan uzaklaştıran, bilgeliği ile büyüleyen bir sokak olurdu! Belki de sormamız gereken en önemli soru ‘Bab-ı Âli ruhu korunamadı mı, korunmak mı istenmedi’ !

Yazardan Not1: Bab-ı Âli öyle engin deniz bir semt ki sayfalarca yazı yazabilirim. Ama ilk etap’da Bab-ı Âli Ruhu Sanırım İçimizde Yaşıyor! Yazımı paylaşıyorum. Bu yazımın devamı `Anılarımızdaki Bab-ı Âli!`
Yazardan Not2: Bab-ı Âli aslında kelime olarak ‘yüksek kapı’ anlamına gelmektedir. Bir anlamda Osmanlı Devlet’inde sadaret yani başbakanlık makamını tanımlar…
Bab-ı Âli kelimesi Osmanlı döneminde hem devlet yönetimi hem de genel olarak matbuatla eş anlamda kullanılmış.
Bab-ı Âli’nin özellikle Türkçe basının merkezi haline gelmesi 1870’li yıllardan sonradır. Bu yıllarda yabancı dillerde Fransızca, Rumca, Ermenice ve Yahudice yayının merkezi Galata ve Beyoğlu idi. İlk Türkçe gazete ve dergilerin yayınlanmaya başlaması bu merkezlerin dışında biryerde olmalı idi zorunluluk haline gelmişti. Basını denetim altında tutmak isteyen Osmanlı yönetimi Türkçe basının Bab-ı Âli’de yerleşmesini istiyordu.

Yorumlar